25 Ocak 2009 Pazar

YANPAR SOYAGACI

Yanpar soyunun soyağacı; www://yanpar.myheritage.com.tr adresindedir. Bu soyağacının temelini teşkil eden , Hacı Murat ve sonraki (5) Beş kuşağı kapsayan ilk soyağacı çalışması ilk defa 1976 yılında, Fadıl Yanpar ve henüz 42 yaşında hayatının baharında iken kaybettiğimiz sevgili Hacıali oğlu Murat Yanpar (1945-1987) tarafından hazırlanmıştır. Soyağacına ekleme ve düzeltme yapmak isteyenlerin muratyanpar@gmail.com adresine yazmaları halinde soyağacı daha güncel hale gelecektir.


YANPAR soyagaci,
http://www.yanpar.myheritage.com/

adresindedir.

24 Ocak 2009 Cumartesi








YANPAR’LI HÜSEYİN EFENDİ
(Hüseyin YANPAR)
Kuvayi Milliye Mücahidi
ve Müdafai Hukuk Cemiyeti
İdare Meclisi Azası

(1878-1963)






YANPAR

Yanpar, merkezdeki eski kuyunun etrafına dağılmış taş duvarlı genelde iki katlı toprak damlı evlerden meydana gelmiş klasik bir Türk köyü idi. Hacı Murat ile birlikte Uzunkuyu’dan göçüp gelerek köyü kuran ailelerin bir kısmı Puğ’dan ve Karacadağ’dan gelenlerdi.
Hacı Murat ile birlikte eski Yanpar (Şimdiki adıyla Erdemli-Albeyli) tarafından gelen üç beş aile vardı. Sürülerin zarar vermemesi için Melemez tarafındaki dereye yakın Ermeni çiftliğine fazla yaklaşmadan geniş avlular çevirerek, püren çalıları ve çam ağaçlarından meydana gelmiş koruluğun ortasındaki eski kuyunun etrafına yerleştiler. Hacı Murat daha sonra sürünün tamamını Ermenilere satarak onlardan köyün arkasındaki Ayaş mevkiinden ve Batıdaki Kızılalan’dan , güneydeki Aktepe’den Uzunkuyu’ya kadar olan arazileri satın almıştı.

Yanpar soyunun başlangıcı olarak kabul ettiğimiz Hacı Murat’ın, 1825-1835 yıları arasında Karaman’ın Aşiran Köyünden talihsiz bir kaza sonucunda kardeşinin ölümüne sebebiyet verdiğini ve oradan kaçarak, Yeşildere, Taşkale üzerinden Toros’ları aşarak şimdiki Albeyli (Erdemli) civarında Yanpar aşireti ile karşılaşıp, onlardan Hatice ile evlenip sonra da aşiretin başına geçtiğini birinci hikayemizde anlatmıştık. Hacı Murat aşiretini veba ya da kolera salgını yüzünden şimdiki Puğ Köyüne getirmişti. Hacı Murat’ın Yanpar Köyünü kurduğunda sağ olan çocukları, Mehmet, (Hacı) Durmuş, Recep, (Hacı) İbrahim, (Hacı)Ahmet, Zarif idi.

Yanpar’lı Hüseyin Efendi, Hacı Murat’ın ortanca oğullarından Hacı İbrahim’in oğlu olarak Yanpar’da 1878 yılında dünyaya geldi. Annesini kaybettiğinde henüz üç aylık bebekti Babasının hanımlardan yana hiç şansı yoktu, tam altı defa evlenmişti. Beş hanımı da maalesef erken öldüler. Kardeşleri, farklı annelerden Elif, Murat, Tevfik, Münir, Şakire ve Fadime idi. Tevfik ve Münir genç öldüler.
Hacı İbrahim’in son karısı Yalınayaklı “Kemik Nene” yi çocukların tamamı ana olarak bildiler. Çocukların hemen hemen hepsini Kemik Nene büyüttü diyebiliriz.

Ailenin birçok ferdi Tarsus’ta yerleşmiştir. Mesela Hacı Murat’ın oğullarından Recep ve Hacı İbrahim de son hanımlarından dolayı Tarsus’ta ikamet etmekteydiler.

Haci İbrahim’in oğullarından Murat, kardeşi Yanpar’lı Hüseyin’e inat olsun diye soyadı kanunu çıkınca Yanpar soyadını almadı, gitti “Toker” diye bir soyadı seçti. İki karısı da desteklemişti bu tutumunu. Murat’ın çok ilginç bir hayatı vardı. Önce Hacı Muratlı kabilesinden yani bizim kabileden Omar Çavuş’un kızı Kara Ayşe ile evlendi . Uzun süre çocukları olmadı. İkinci eşi olacak Fatma’nın kocası Balkan Savaşından dönmemiş, şehit olduğu haberi gelmişti. Çocuğu yoktu, evi ve epeyce malı mülkü vardı. Murat’a bu kadını sakın elinden kaçırma dediler, o da kabul etti ve birinci hanımdan habersiz evlendiler. Köyde ve kabilede, yasaların müsaade etmesine rağmen çok eşlilik revaçta değildi, ayıplanırdı. Fakat Kara Ayşe sonradan durumu öğrendi ve kabullendi . Yeni evliler Fatma’nın evine yerleştiler. Arkadan Kara Ayşe de taşındı aynı eve, kumalar aynı evde yaşamaya başladılar. Hilmi, Makbule ve Sevgili Annem Hatice bu ikinci hanımındandır. Sonradan ne olduysa Kara Ayşe iyileşti ve hamile kaldı. Üç çocuk da ilk hanımı Kara Ayşe’den oldu. Naciye (Hikmet İşyar’ın Karısı), Mustafa Toker ve Emine (Fevzi Eşi, Emin Yanpar’ın Annesi). İkinci hanımdan son doğan Hatice ile ilk hanımından olan ilk çocuk Naciye arasında bir seneden daha az zaman vardır. Hanımlar birbirleriye çok iyi geçindiler. Köyde herkes merakla sorardı Murat Toker’e,

- Hacı Ağa nasıl ikisini bir arada kavga dövüş olmadan tutabiliyorsun ?
- Ben bir şey yapmıyorum, karılar iyi çıktı, derdi.
Murat iki hanıma dayanamayıp öldüğünde Emine iki yaşında ya vardı ya yoktu. Cenazesinin elli ikisi mevlidi okunduktan sonra, yaşadıkları ev ikinci hanımın olduğundan , Kara Ayşe çocuklarını da aldı baba evine döndü.

***

Hüseyin Efendi’nin çok zeki bir çocuk olduğu beş yaşındayken köyün hocası tarafından keşfedildi. Okuma yazma ve bazı temel bilgiler o devirde camide verilirdi. Daha sonra babası onu Tarsus Rüştüyesi’ne gönderdi. Rüştüye üçüncü sınıfa geldiklerinde mezuniyetlerine çok az bir zaman kala Doğu Anadoulu’daki Sason Ermeni isyanı ve kuzeydeki Rus tehdidine karşı seferberlik ilan edildiğinden okullar tatil edilerek, yaşı büyük olanlar Osmaniye’de kışlaya alındı . Yaşı küçük olanlar ise evlerine gönderildi. Hüseyin evlerine gönderilenlerin arasındaydı. Daha sonra askerlik çağı geldiğinde bedelli askerlikten yararlandığı söylenmektedir.
16 yaşına geldiğinde Babası “bir ayağım çukurda” diyerek Hüseyin’i aynı köyden kendinden üç yaş kadar büyük olan Hacı Halil’in kızı Fadime ile evlendirdi. Fadime karınca gibiydi. Çok kısa boylu, sarışın yeşil gözlü fırtına gibi bir gelindi. Elinden bir uçan bir de kaçan kurtulurdu. Her iki senede bir olmak üzere toplam on üç kez doğurdu. Sıdıka, Tevfik, Emine, Atiye, Hacıali, İbrahim, Naci, Halil, Hatice, Nezihe bildiklerimiz. Erken ölenlerin ismini bilemiyoruz maalesef. Hem görmüş geçirmiş bir aileden gelmesi hem de yaşça olgun olması sebebiyle her konuda kocasına büyük destek vermiştir. Hatta Hüseyin Efendi’nin başarılarını eşine borçlu olduğunu söyleyebiliriz.

Fadime’nin Babası Hacı Halil aileden varlıklı ve saygın bir adamdı. Bu aile Karaman asıllı olup, Puğ Karacadağ’dan gelip Yanpar’a yerleşmiştir. Öldüğünde arazilerinden başka bir teneke de altın miras bırakmıştı. Bir oğlu, yani Yanpar’lı Hüseyin’in kayın biraderi Yusuf (Uz)’dur. Bunun kızı Dudu’nun oğlu meşhur Öğretmen Kara Halil Süllüoğlu ‘dur.
Hacı Halil’in diğer bir oğlu ise, Küçük Bey (İsmail uz) denilen yiğit ve dürüst adamdı. Kurtuluş savaşında büyük işler yapmıştır.
Hacı Halil’in Fadime, Osman , Durdu ve Kahya Mehmet adında üç çocuğu daha vardı. Kahya Mehmet, Meşhur Beşir Ağa’nın babası olup, Nuh Uz ve Eczacı İbrahim Uz, Beşir ağanın çocuklarıdır. Fadime’nin kardeşlerinden, Küçük Bey , Yusuf ve Kahya Mehmet ; külhan bey, kadınları ve içkiyi seven babayiğitlerdi. Köydeki anlatıma göre , Tarsus’tan başı açık, topuz saçlı kadın (!) getirip sinide oynatırlardı. Köylü de şimdiki kadar muhafazakar değildi, tek muhafazakar belki de Hüseyin Efendi idi. Amcası Hoca Ahmet Efendi’nin Cuma namazı için cemaat bulamadığı zamanlar çok olmuştu. Hatta harçlık vaat ederek işi gücü olmayanları camiye çağırdığı bile olurdu.
Dayılarının yeni yetişip gelen oğlu Tevfik’i de aralarına almalarına Hüseyin Efendi çok bozuluyordu. Çok sık ve sert tartışmalar geçti aralarında. Hatta Tevfik’in eline silah verip Hüseyin Efendi’nin evine sıktırdıkları da rivayet olunur.
Hüseyin Efendi, Kız kardeşi Şakire’yi, Yanpar’daki evin bitişiğinde oturan Koca Hasan’a verdi. (Şimdi Fuat Yanpar’ın oturduğu evin batısındaki kısım) Koca Hasan bir müddet sonra öldü. Ev Şakire’ye kaldı. Bu sefer de Lafçı Yusuf’a verdi kadıncağızı. Daha sonra hem Yusuf hem de Şakire arka arkaya çocukları olmadan öldüler, ev ve arsası Hüseyin Efendi’ye kaldı.




KÜRKÇÜ’YE YERLEŞİYOR

Hüseyin efendinin en küçük kız kardeşini, adını vermeyeceğimiz amcasının çocuklarından hiç beklemediği evli barklı, sonradan Hac’a da gitmiş sofu geçinen birisi hamile bıraktı. Hüseyin, kız kardeşine zorla söyletti tecavüz edenin kim olduğunu. Gidip yakasına yapıştı adamın.
- Bunu nikahına alacaksın , dedi
Oralı bile olmadı amca oğlu, yanında da kardeşi vardı, dik dik baktılar sadece. Hemen karısını ve çocuklarını Burhan’a götürüp Hacı Molla Akızoğlu’na teslim etti.
- Ben bu şerefsizi de ona arka çıkan gardaşını da vuracağım, karım size emanet, dedi
Hacı Molla Akkızoğlu’na kayınbiraderlerinden daha çok güvenirdi. Gudubes, Andon ve Kürkçü de o sıralarda tehcir nedeniyle göç etmek zorunda kalan Ermeni’lerden beraber hareket ederek tarla satın almışlar , temel komşusu olmuşlar, bir takım tehlikelere beraberce atılmışlardı, birbirlerinin sırdaşı ve yoldaşı idiler. Akkızoğlu ona sezdirmeden Şıh Hoca’yı acele Yanpar’a, malum kişilere gönderdi.
-Aman bir delilik yapmasınlar, kızı alsınlar yoksa Yanpar’lı ikisini de vuracak, diye haber uçurdu.
Yanpar’lı Köye dörtnala dönerken yolda köyün birkaç ileri geleni karşıladı.
-Tamam, kızı gönder nikah kıyılacak, dediler.
Nikah kıyılıp, kız sesiz sedasız, kuma olarak, hamile vaziyette amca oğluna gelin gitti.
Fakat Hüseyin Efendi artık Yanpar’da kalamazdı. Her gün o insanlarla karşılaşmayı onuruna yediremedi, Burhan’da kalmaya başladı.
Yanpar’dan göç etmesinin asıl nedeni budur. Bazıları kayınbiraderleriyle anlaşmazlığa düştüğünü söylerlerse de, utanç verici bu olayın unutulması için olayın aslı fazla anlatılmamıştır.

Talihsiz gelin(Hüseyin Efendi’nin kız kardeşi) kuma gittiği evde hemen her gün dayak yedi. Doğum sırasında hem bebek hem de gelin öldü. Rivayet edenlerin yalancısıyız, umarız yanlıştır, doğumdan bir gün önce kıyasıya dayak atıldığı söylenir.

Zaten Kürkçü’deki tarlalara Yanpar’dan her gün at koşturmak da zor geliyordu. Bir sürü vakit kaybediyordu. Kütlü pamuk üretimi hızlandığından Kürkçü’de büyükçe bir çiftlik yaptırmaya başladı. Kürkçü’de çiftlik yaptırmaya karar vermeden önce Karacailyas’da tam Tren istasyonunun karşısında on dönüm kadar bir yer almıştı. Oraya çiftlik yapmaya niyetliydi. Ama sürekli akıl danıştığı Kadı Tahsin efendi (Okan Merzeci’nin dedesi) ve Akkızoğlu ve Durmul Ali Kahya;
” Ne yapaksın Alevi Arapların içinde, cami bile yok orada, gel Kürkçü’ye yerleş, hem Burhan’a bize yakın olursun hem de tarlalarına yakın olursun “ diye ikna etmişlerdi.

Yanpar’daki evinde yeni evlendirmiş olduğu oğlu Tevfik’i bıraktı. Tevfik çok gençti evlendiğinde. Karısı Meryem gelin gerdek gecesi, dışarısı çok soğuk diye odasına çok sevdiği av köpeğini de aldığını anlatmıştı. Yaşı küçüktü ama avcılıkta üstüne yoktu. At koştururken uçar kuşu vurmasıyla ün salmıştı. Bütün boş vaktini av yaparak geçirmekteydi. Babası Kürkçü’ye yerleşince Yanpar’daki arazilerin ekilip biçilmesi işi genç Tevfik’in üzerine kaldı. Babasının namını da yürütüyordu, kimseye pabuç bırakmazdı. Meryem’e göz koymuştu ama, Meryem böyle kabadayı ve hovarda birine varmak istemedi, ailesi de vermek istemedi. Meryem’i Yörük Abdullah ile nişanladılar. Bunu hazmedecek adam değildi tabii ki Tevfik. Yoksa dayılarının (Hacı Halil Yusuf, Küçük(Güccük) Beğ, Kahya Mehmet) yüzüne bakamazdı. Yörük Abdullah’ın büyükçe bir koyun sürüsü vardı. Önce köpeklerini vurdu, sonra Abdullah’ı bir tenhada kıstırıp bıçağını boğazına dayadı.
- Hemen bozacaksın nişanı yoksa gebertirim seni, diyerek tehdit etti.
Abdullah hemen nişanı attı. Bir müddet sonra Meryem ile Tevfik’in düğünü yapıldı. Meryem Abacı Yörüklerinden ufak tefek bir kızdı. Ama çok çalışkandı. At üstünde kocaman koyun ve inek sürüsünü tek başına Ayaş , Kızılalan taraflarına götürür getirirdi. Hatta çocuklarından birini attan inerken şalvarının içine doğurduğu söylenir.
Tevfik ile Meryem’in çocuklarından Murat, henüz delikanlı iken, 1952 yılında , Naci’nin oğlu Yıldırım ve birkaç arkadaşı ile üzüm hasadı zamanı traktör kazası geçirerek ağır yaralandı. Hilmi Toker’in (Tevfik’in amcaoğlu ve benim dayım) şoförü olduğu, üzüm seferi yapan kamyonu ile Mersin’e Devlet Hastanesine yetiştirdiler. Diğerleri hafif yaralanmıştı ama Murat’ın omurgası kırıktı. İki gün sonra kaybettiler.
Naci’nin oğlu Yıldırım da 1964 de Mersin’de Gümrük Meydanındaki İstanbul Otelini işletirken çok genç yaşta üç küçük çocuk babası iken elim bir şekilde hayatını kaybetmiştir.


ÖŞÜRCÜ



Yanpar’lı Hüseyin Efendi’nin babası Hacı İbrahim’e Babası Hacı Murat’tan Yanpar’da hatırı sayılır büyüklükte arazi kalmıştı. Hacı İbrahim de mal varlığını çoğaltarak çocuklarına iyi miras bıraktı. Hüseyin zaten zeki ve çalışkan birisi olduğundan daha babasının sağlığında Kürkçü ile Karacailyas ve Gudubes Kalesi arasında araziler satın almış ve kütlü (pamuk) üretimine başlamıştı. Ürün şimdiki Akala cinsi değildi. “Yerli Koza” denilen sert kabuklu zor açan zahmetli bir cinsti. Ürün zorla bir sefer açar sonra mazak denilen kozalaklar toplanıp damlarda açmaya bırakılır ve işçiler tarafından günlerce şiflerinden ayıklanırdı. Bütün Kürkçü halkı Hüseyin Efendi’nin tarlalarında çalışırdı. Hüseyin Efendi ücreti yüksek öder, haksızlık yapmaz yemeği kaliteli verirdi. Irgat mutlu olsun diye Kürkçü’de yaptırdığı yeni çiftliğe taş fırın bile ilave ettirmişti. Burada ırgata her gün taze tayın somunu pişirilirdi. Hüseyin Efendi’nin ırgat idaresi konusunda prensibi “Ağalık vermekle, efelik vurmakla olur” şeklindeydi. Sürekli olarak tarla almak arzusunda olduğundan, parası hiç olmazdı. Ömrü boyunca büyük arazilere sahip olmuş fakat bolca nakit paraya asla sahip olamamıştır. Bunun sebeplerinden birisi de Kütlü Pamuk üretim ve ticaret sisteminin çiftçinin çok fazla kar etmesine izin vermemesindendi. Alıcılar bir tekel oluşturduğundan yani pazarda rekabet olmadığı için bütün çiftçiler en düşük fiyattan mallarını satmak durumundaydılar, kazancı arttırmak için de sürekli olarak topraklarını genişletmek istiyorlardı. Küçük toprak sahiplerinin de üretimden hiç kazanma şansı olmadığından arazi fiyatları da ucuzdu.
Üretilen Kütlü Pamuk develerle veya öküz arabaları ile Tarsus ve Mersin’deki çırçır fabrikalarına veya Levanten tüccarlara taşınırdı.

Hüseyin Efendi her salı Tarsus’a gelişinde Rüştüyeden arkadaşı Hafız Ağa’ya uğrar , sohbet ederlerdi. Hafız (Mehmet Emin Karamehmet’in Dedesi), Hasan(Karamehmet)ve Mustafa (Karacaslan) üç kardeştiler. Hafız bileğine kuvvetli, akıllı ve varlıklı bir tüccardı. Karısı Burhan Köyünden olduğundan arkadaşlıkları sanki akrabalık gibiydi. Aslen Habeş kökenli olan ataları Mısır’dan Urfa’ya oradan da Tarsus’a göç etmişti. Hafız’ın küçük kardeşi Hasan (Karamehmet) Namrun’da atları ile taşımacılık, hayvan tüccarlığı gibi muhtelif işler yapmıştı. Hafız Ağa bir salı günü heyecanla,
-Gel Hüseyin Efendi sana diyeceklerim var, Sadık Paşa (Eliyeşil) Osmanlı’dan büyük bir İltizam ihalesi aldı. Tarsus ve Mersin’in tamamı. Kendi adamları bu iş için kafi değil.25-30 ar köy halinde mültezimlere verecek. Beni çağırdı, teklif etti. Benim bu işlere ayıracak vaktim yok . Sağlam güvenilir insanlara vermek istiyorlar. Arazi teminatı da istiyor. Bizim Hasan’ın da düzgün bir işi yok, bekar da daha. Köyde dağda gezebilir. Benim de aklıma ilk sen geldin ağa. Bu işi ortak yapın derim ben.
Hüseyin Efendi bu teklifi hemen kabul etti. Hafız Ağa’nın kefaleti ile ve araziler Sadık Paşa’ya bir protokol ile teminat gösterilerek resmen Osmanlı İmparatorluğu’nun Mültezimi sıfatıyla, Hüseyin ve Hasan Efendi 25 Köyden öşür toplamaya başladılar. Öşür ; tarımsal üretimin yüzde onu miktarında alınan bir vergi demektir.

“ Osmanlı-Rus savaşından perişan vaziyette çıkan devlet öşür vergisini peşin vergi sistemine dönüştürmüştü. Bu kapsamda İltizam idaresi kurulmuştu. Yani vergi toplama işi özel sektöre devredilmişti. Bir bölgenin yüzde on öşür vergisi tahmin edilerek, ihale ediliyordu. İhaleyi kazanan da peşin olarak devlete vergiyi ödüyor ya da taahhüt ediyor, sonra da Jandarmanın desteği ile köylüden öşür toplanıyordu. Tabii ki toplanan vergi ihaleden fazla olursa devlete fazlasının ödenmesi şart vardı. Mültezim ve öşürcü de yüzde on komisyon karşılığında bu işi yapacaktı. Fakat sistemin gerçekte nasıl çalıştığını hesapların ve kayıtların nasıl tutulduğunu ve nasıl denetlendiğini hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Osmanlı Devleti’nin vergileri doğru dürüst toplayamayıp, borçlarını ödeyemediğini, yabancı bankerlere ve devletlere borçlanıp sonunda savaşa sürüklenerek parçalandığını düşünürsek, iltizam sisteminin yararlı olmadığını düşünebiliriz.”

Hasan Efendi, Hüseyin Efendi’den altı yedi yaş kadar küçüktü ama iyi dost olmuşlardı. Birbirlerine her desteği veriyorlar birbirlerinin işini aksatmıyorlardı. Aralarında büyük bir güven doğmuştu.
Bu mültezimlik yani öşürcülük işi öyle forslu ve itibarlı bir işti ki, en küçük bir itirazda Jandarma öşürcünün yardımına koşuyor ve onun otoritesini hakim kılıyordu. Fakat, vergi hiçbir zaman zulümle alınamayacağı için halk tarafından sevilen ve sayılan dürüstlüğünü kanıtlamış Hüseyin Efendi gibi kişiler sisteme dahil edilmekteydi.
Öşürcü ekibinin bindiği atları ve koşumlarını bu günün Jeep’leri ile kıyaslayabiliriz. Silahları ve giysileri de son derece gösterişli ve saygı uyandırır tarz ve kalitede idi. Atlar koşarken koşumların çıkardığı ses nal seslerine karışır gümüş aksesuarların şakırtısı gelen guruba bir ihtişam verir köylüde saygı ile karışık korku uyandırırdı.
Öşür heyeti genelde dört- beş atlı olurdu. Hüseyin Efendi ve Hasan Efendi’nin yanı sıra jandarma ve katipler de heyette bulunurdu. Bir köye girerlerken atlar rahvan koşuda girer, uzaktan heyetin geldiğini görenler hemen köy meydanında toplanırlardı.
1909 yılında Adana, Bahçe ve Tarsus’taki Ermeni ayaklanmalarında Müslüman Türklere yapılan kıyım ve zalimlikler öylesine korkunçtu ki, köylülerin güç birliği yapmasına vesile olmuştu. Hele Mersin’deki Ermenilerin işi azıtarak Ziyapaşa gazinosunda, Çukurova’ daki Müslümanların tamamının yok edilmesinin provası gibi bir tiyatro gösterisi yapmaları halkın kenetlenmesini sağladı. Bütün kırgınlıklar unutulmuş ve aklı başında gücü kuvveti yerinde olanlar sürekli olarak teyakkuzda bulunuyor, savunma planları yapıyorlardı.
1915 lere gelindiğinde Ermenilerin planları suya düşmüştü ama bu sayede bir araya gelen Yanparlı Hüseyin, Kürkçü’den Durmuşali Kahya, Burhan’dan Akkızoğlu Hacı Molla üçlüsünün arkadaşlıkları ve yoldaşlıkları ün salmıştı. Hüseyin kır ata, Durmuşali Kahya doru bir ata, Akkızoğlu ise al bir ata biner tarlaları beraber gezer, köylere beraber at koştururlardı. Akkızoğlu’nu herkes bilir, Burhan Köyü’nün ağasıdır. Durmuşali Kahya da Karakulak’ların( Doç Dr. Tuğba Yanpar Yelken’in anne tarafı) Babaanneleri Havaca’nın babası idi. O da diğer arkadaşları gibi tehcirden göçenlerden bin dönüm kadar arazi almıştı. Yanparlı Hüseyin efendinin aldığı yerler toplu parça olarak, Güneyi Mersin asfaltı, Doğusu Gudubes Deresi, Batısı Karacailyas Köyü, Kuzeyi ise Akızoğlu’nun aldığı arazilerdi. Akızoğlu da aynı çerçeve içinde Andon mevkiine kadar olan yeri almıştı. Durmuşali kahya da Andon ile Köprü arasındaki yerlerden satın almıştı. Yani kabaca, Mersin Tarsus yolu ile Gudubes deresi ve Kürkçü Köyü Köprüsünde başlayan Fahri Gürani Çifliği ile Karacailyas Köyünün Doğu sınırından Ayşe’nin Kuyusu denilen mevkiiye kadar çekilen bir hattın sınırladığı Yuvanaki Çiftliği (sonradan Mısırlı Çiftliği olarak anıldı) arazisi arasında kalan bütün bölgeyi bu üç arkadaş satın almışlardı.

Hüseyin Efendi vaktinin büyük kısmını köyleri dolaşarak öşür toplamakla ve beyanların doğruluğunu denetlemekle geçiriyordu. Artık köylülerin diğer dertlerini de dinler ve sorunlarını çözer duruma gelmişti. Civar köylerde kimin başı sıkışsa hemen onlara Tarsus veya Mersin’de Avukat bulur ya da kendisi işlerini takip ederdi. Yaralama, cinayet, gasp, kız kaçırma, tarla, takım, sürü, mera kavgası köylünün sık sık başına gelen işlerdi. Etrafta okuma yazma bilen hemen hemen hiç kimse olmadığından öşür topladığı köylerde bütün sorunların çözüm odağı Yanpar’lı Hüseyin Efendi idi. Bu sayede epey tarlayı çok ucuz aldığı olmuştur. Bir çok tarlayı da bu tür devir işlemlerini ihmal ederek eksik yaptığından Cumhuriyet döneminde , yaşı ilerlediğinde geri vermek zorunda kalmıştır. Çanakkale savaşı sırasında köylerde işe yarar erkek kalmadığından halkın bütün sorunlarını çözmeye çalışmıştır. Hatta Burhan’da bir dedikodu yüzünden köylüyü meydana toplayıp eşi savaşta olan bir kadını sopa ile biraz dövdüğü bile rivayet edilir.
Bu uzun öşür toplama yolculukları sonunda Hasan Efendi çoğu kez Tarsus’a dönemez ve Kürkçü’de çiftlikte aile ile birlikte yatıya kalırdı. Evin en büyük kızı Sıttıka (Sitti) serpilip büyümüştü. Hasan Efendi Sıttıka’ya aşık oldu. Sıttıka’nın bu işten haberi var mı idi bilinmez. Bilinen Hasan Efendinin gönlüne düşen ateşle yanıp kavrulduğudur. Ne yapacağını şaşırmıştı. Bir tarafta kader birliği yaptıkları ortağı ve arkadaşı, sert mizacı ile ortalığı kasıp kavuran ve dürüstlüğü ile ün salmış koskoca Yanpar’lı Hüseyin efendi, diğer tarafta genç ve güzel Sıttıka’nın gönlüne düşürdüğü ateş.
Çok zeki ve hırslı bir adamdı Hasan Efendi. İstediği her şeyi elde etmişti. Bunu da kolaylıkla başardı. Hüseyin Efendi’nin kıramayacağı ve çok saydığı Hafız Ağa’ya durumu anlattı. Hafız Ağa, kardeşini,
-Bunlar birer köylü oğlum, sen nasıl geçineceksin, şehir, yol yordam bilmezler, kız okula da gitmemiş, diye ikna etmeye çalıştaysa da , Hasan Efendi kararlıydı,
-Ben bu kızı alacağım, diye diretti
Onlar da Allah’ın emriyle Sıttıka’yı istediler. Dillere destan büyük bir düğün yapıldı. Kesilen koyunların haddi hesabı yoktu, yan yana dizilmiş onlarca kazanlarda pişen yemekler beş gün boyunca davetlilere ikram edildi. Bütün köy yatılı misafirleri ağırladı. O zamanlar düğünler pazartesi günü başlardı. Oğlan tarafı ve kız tarafı davul zurna ile pazartesi günü odun toplamaya çıkarlardı. Çünkü cuma’ya kadar sürecek düğünde o kadar misafire üç öğün yemek pişirmek için öncelikle odun gerekmekteydi. Salı gününden itibaren gündüzleri güreş yapılır ve cirit oynanır, geceleri ise “sin sin “kurulurdu. Cuma günü sabah da gelin alayı gelini alır oğlan evine götürürdü. Sin sin oyununda, geceleri büyük meydanda yüksekçe bir ateş yakılır, etrafında davul zurna eşliğinde bir erkek dönerken, diğer biri görünmeden onun sırtına eli ile vurmak için koşar, diğeri de yakalanmamak için kaçar ve meydanı terk eder. Bu kez diğeri dönmeye başlar ve kendisini kovalayana yakalanmamaya çalışır. Büyük çıraların karanlığı yırtan alevinde her an gelebilecek olan saldırıyı savuşturmaya hazır olarak, davul zurnanın coşkusuyla, geri geri peşrev ile giderek sin sin dönmenin zevkine doyum olmaz .

Hasan Efendi evlendikten sonra daha çok Tarsus’ta kalmaya başladı. Öşür işlerinin idaresini Kayınbabasına bırakmıştı. Çok nadir olarak kayınbaba damat birlikte öşür toplamaya çıktılar. Hüseyin Efendi de yanına yardımcı olarak Kayınbiraderi Küçük Bey’i (İsmail Uz) aldı. Zamanla Küçük Bey’in öşür işini aynı ustalıkla yaptığı görülecektir. Küçük Bey daha sonra Kurtuluş Savaşında Osman Muzaffer Koçaşoğlu’nun Alsancak Müfrezesi’nde efsaneleşecektir.

Hüseyin Efendi bir yandan öşürcülük , bir yandan çiftçilik yaparken diğer bir yandan da Mersin’de ticarete de soyunmuştu. Mersin Ticaret ve Sanayi Odasında o tarihlerdeki ticaret işinden dolayı kaydı bulunmaktadır.

ÇUKUROVA İŞGAL EDİLİYOR

Zaman geçti ve derken 1920 de Fransız’lar Çukurova’yı işgal ettiler. Fransız’lar, Adana Mersin ve Tarsus’ta büyük birlikler konuşlandırmış, Karacailyas, Gudubes, Ziyarettepe, Hacıtalip( Taşkent), Bağlarbaşı, gibi yerlerde de küçük karakollar kurmuşlar ve tren yolunu kontrol altına almışlardı. Paris zırhlısı da Mersin açıklarına demir atmıştı. Yedek Teğmen Osman Muzaffer (Koçaşoğlu) Bekirde ve civar köylerin halkından bir müfreze oluşturarak ufak tefek direnişlere başlamıştı. Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk , Teşkilatı Mahsusa’dan çok tecrübeli bir subay olan Emin Reşa Bey’i Mersin, Tarsus ve Adana’da Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurarak Kuvayi Milliye’ i teşkilatlandırması için Konya’dan Karaman üzeri Mersin’e gönderdi. Emin Bey ‘in Silifke, Mara gibi yerlerdeki çalışmalarından sonra Mersin’de ve Tarsus ’ta kısa zamanda teşkilatlanmayı tamamladığı malum. Bu teşkilatın muharip müfrezelerinin başına terhis olmuş subaylar, yedek teğmenler ve başçavuşlar getirildi. Atatürk’ün 5 Kasım 1918 deki Mersin ziyaretinde verdiği direktif üzerine , Jandarma Komutanı Arslanköy’lü Hüsnü (Yıldırım) vasıtasıyla dağ köylerine gizlenen silah ve cephaneler müfrezelere dağıtılmak üzere Müdafai Hukuk Cemiyetine teslim edildi. Mersin ve Tarsus’ta Müdafai Hukuk Heyetleri’nin idari kadrosuna da, Yanpar’lı Hüseyin Efendi, Hacı Bey, Muhsin Efendi, Hasan Efendi, Sadık Paşa gibi mütegallibeden ve eşraftan sözü geçen kişiler getirildi. Teşkilatın modeli çok basitti. Kırk civarında muharip fedai müfrezesi kurulacak bunlara eli silah tutan güvenilir gençler atıyla ve silahıyla katılacaktı. İdari kadro da müfrezelerin, iaşe ibade (yiyecek, giyecek, barınma) ve mühimmatını karşılayacaktı. Atı olmayana at, silahı olmayana silah temin edilecekti.
İlk Müfrezelerden birisi olan “Bozkurt Müfrezesi”, Yanpar’da Yedek Teğmen Muhsin Yanpar ve Puğ Köyünden Yedek Teğmen Ahmet Mithat Toroğlu (Erman Toroğlu’nun dedesi) tarafından civar köylerden silah ve asker temini suretiyle kurulmuştur. Bu müfrezenin kahramanlıkları aşağıda ismini verdiğimiz eserlerde bulunabilir.
Hüseyin Efendi ve Hasan Efendi Kurtuluş savaşı boyunca öşür sisteminin bütün gelirini Kuvayi Milliye teşkilatına akıtmıştır. Şahsi servetlerinden de önemli bir bölümünü harcamakla kalmamışlar, evlerini teşkilatın barınması için açmışlar ve ilerde göreceğimiz gibi bizzat çatışmalara katılarak canlarını ortaya koymuşlardır.
Mersin Ticaret ve Sanayi Odasının 2003 yılında bastırarak üyelerine dağıttığı“ Kartpostallarla Mersin’de Ticaret ve Yaşam “ isimli bir fotoğraf albümünün, orta sayfalarında bulunan bir fotoğrafı anlatmak istiyorum . Ön yüzünde Mersin iskelesinden ayrılmakta olan büyükçe iki tekneye doluşmuş modern giyimli 50-60 kadar genç kız, etraflarında onları kayığa bindirmekle görevli epeyce insan , açıklarda ise bir savaş gemisi. Fotoğrafın arka yüzündeki yazı, “Mersin açıklarında demirleyen “Paris” zırhlısının Mersin sosyetesinin genç kızları tarafından ziyaretine gidilmesi- 23-24 Ağustos 1920”
Kuvay-i Milliye hareketinin ne kadar zorlukla yapıldığını, halkın bir kısmının daha doğrusu varlıklı şehirlilerin bir kısmının düşmanla işbirliği içinde olduğunun bilinmesi gerekir.

Öşür heyeti artık köylere daha kalabalık guruplar halinde gidiyordu. Artık amaç sadece öşür almak değil müfrezelere mücahit de temin etmek idi. Bir görgü şahidi oğluna şöyle anlatmıştı, “ Seferberlik zamanı uzaktan bir atlı gurubu tozu dumana katarak geliyorsa koşumların şakırtısından ve parıltısından anlardık ki , Yanpar’lı Hüseyin Efendi , Hacı Bey ve Koçaşoğlu geliyor. Hemen tertibatımızı ona göre alır, karşılamaya çıkardık.”

Sol cenah grup komutanlığı Gözne’de konuşlandığından ve müfrezeler de Fransız karakollarına rahat vermediğinden, Paris zırhlısı, köylülerin çetecilere yataklık yapmalarını cezalandırmak amacıyla Kürkçü, Yakaköy, Tekke, Burhan, Yanpar , Musalı, Puğ, Karacadağ Gözne’ye kadar top ateşine tuttuğu günlerdi. (Çetecilik şimdiki gibi kötü manada kullanılmazdı. Çocukluğumda 5 (3) Ocak Kurtuluş Günleri , “Çete Bayramı” olarak kutlanırdı)
Kaç kaç denilen olay yaşanmaktaydı. Yani ahali, top ateşinden korunmak için atına eşeğine katırına günlük zaruri ihtiyacını alıp derelerden, koyaklardan Gözne’ye ve dağlara doğru kaçmaktaydı.
Darısekisi’nde dereden geçerken Fadime’nin çığlığı duyuldu. Hemen koştular, kızı Emine hemen yanı başında yürüyordu. Attan indirdiler, “Geliyor” diye bağırdı. Hemen bir savan çıkartıp çalının altına barınak yaptılar, birisi bir küçük döşek serdi. Beş dakika sonra nur topu gibi bir erkek çocuğunun çığlıkları duyuluyordu. Herkes mutlu bir şekilde gülümsemeye başladı. Sekiz dokuz çocuk doğurduğundan çok tecrübeliydi Fadime. Bütün gerekli malzemeleri yanına almıştı. Ebelik yapan kocakarı yanı başlarında yeni pislemiş olan atın bokunu bir beze sardı ve bebek üşümesin diye sıcak boklu bez ile de bebeği kundakladı. İki saat moladan sonra Fadime’yi ata tekrar bindirip bebeğini kucağına verdiler, karanlık çöktüğünde Gözne’ye varmışlardı. Onları karşılayan Hüseyin Efendi, karısına sordu,
- Adını ne koyalım hanım ?
- Babamın adını verelim , dedi Fadime
Baba bebeği kucağına aldı, kıbleye dönerek kulağına ezan okudu. Sonra kulağına üç defa, senin adın Halil, Halil, Haliiil diye bağırdı. Babam Halil, namı diğer Hacı reis böyle dünyaya gelmişti.

KUVAYİ MİLLİYE’CİLER

Aşağıda ovada işler bekliyordu. Bombardıman da seyrekleşmişti artık. Fransızlar da rasgele bombalamanın manasızlığını anlamışlar boşa cephane harcamaktan vazgeçmişlerdi. Herkes köyüne geri döndü. Kaç-kaç Adana ve Tarsus’ta da derin yaralar bırakmıştır. Şehirden kaçanlar sığınacak yer bulmakta zorluk çekmişlerdir. Köylülerden bazıları şehirden kaçanları kabul etmek istememişlerdir. Köyden kaçanlar da döndüklerinde bir çok mallarını yerinde bulamamışlardır. Kaç kaçtan dönen köylülerin morali iyice bozulmuştu. Düşmanın propagandasının etkisi ile de Fransız işgali altında yaşayan şehirlileri de düşman görmeye başlamışlardı. Tarsus’ta Çukurova’nın en eski Beyliğine mensup Ramazanoğlu ailesinden birinci ağızdan bir hikaye olayın vahametini göz önüne serebilir.

” Ramazanoğlu Ata bey her an tutuklanmaktan korkuyordu. Çünkü, yakın akrabası Ahmet Can (Ramazanoğlu) ve temas kurduğu sekiz-on kişi göz altına alınmıştı ve her an sorguda konuşabilirlerdi. ( Ramazanoğlu Ahmet Can yargılama sonunda Fransa aleyhine casusluk suçundan Fransız Askeri Mahkemesinde on yıl kalebentliğe mahkum olmuştur.) Aslında güvenli bir istihbarat ağı kurmuşlardı, gelen giden cephane, asker sayısı, devriye güzergahı v.s gibi haberleri Kuvayi Milliye’ye ulaştırıyorlardı. Hafız Ağa (Karamehmet) da topladığı istihbaratı akrabası Yanpar’lı Hüseyin’e ulaştırıyordu. Hain Fevzi’nin yakalanıp cezalandırılması bu ikili arasındaki istihbaratın sonucu gerçekleşmiştir. Ama Delikli Nuh (Eşim Avukat Sevgi Yanpar’ın dedesi) çok aksi bir tesadüf eseri Fransız’lara yakalanmıştı. Delikli Nuh bir izin belgesi uydurmuştu ve Tarsus dışına çok rahat girip çıkıyor Namrun ile Tarsus arasında hayvan götürüp getiriyordu. Bu arada da Tarsus’taki Fransız kuvvetlerinin hareketlerini ve Tarsus’taki Kuvayi Milliye’cilerin topladıkları diğer istihbaratı Namrun yolunda Sarıkavak’taki milislere ulaştırıyordu. Yine bir gün Tarsus dışına çıkacağı zaman Arap asıllı komşularından birisi 8-10 yaşlarındaki oğullarını da yanında götürmesini rica ettiler. O da kıramadı , çocukla beraber yürürken casus arkadaşlarından birisi ile buluştu ve ondan birkaç kağıt aldı. İki üç gün sonra Tarsus’a döndüklerinde çocuk seyahat esnasında olanı biteni baştan sona kadar anlatınca , çocuğun babası hemen Fransızların tercümanı olan Ermenilere ihbar etti. Delikli Nuh’u derhal tutuklanıp sorguya aldılar. Tarsus’taki teşkilatı açıklaması için çok işkence yaptılar.

Delikli Nuh’un, Ramazanoğlu Ahmet Can’ın ya da diğer tutuklananlardan herhangi birinin fazla dayanamayacağını tahmin eden teşkilat üyelerinin tamamı gibi Ramazanoğlu Ata Bey de karısı Hatice Hanım’ı ve yeni doğmuş hasta bebe dahil çocuklarını alıp hemen o gece Tarsus’un dışına kaçtı. Hedefleri Komuta Karargahı olan Gözne idi. Hastane ve barınma yerleri dahil bütün ihtiyaçlarını ancak orada sağlamaları mümkündü.
Yanında sadece bir tabanca vardı. Kuşluk vakti yeni bebe anasının kucağında can verdi. Oturup ağıt yaktılar ama duracak vakit yoktu. Cenazeyi yıkayıp kefenlemek için Eshabı Kehf yakınlarında bir köye sığınmaya karar verdiler. (Köyün adını vermeyeceğiz) Köyün önüne geldiklerinde sekiz on kadar köylü bunları dostça olmayan tavırla karşıladılar. Ramazanoğlu Ata Bey durumu anlattı. Cenazeyi defin için bir sabun ve bir arşın kadar da kefen bezine ihtiyaçları olduğunu söyledi. Kadının biri bağırmaya başladı.
-Defolun gidin buradan, gidinin topuklu orospuları. Başınızı götünüzü açtınız Fransız gavurunu davet ettiniz. Sizin yüzünüzden memleket işgal edildi. Bizim de başımızı belaya koydunuz. Defolun gidin…
Beraberindeki köylüler de bağıran orta yaşlı kadının destekler bir tutum içine idiler. Zavallı Hatice Hanım panikledi, ağlamaya başladı.
Ramazanoğlu Ata Bey karısını sarstı ve kulağına ,
-Sakin ol para teklif edeceğim, dedi
-Aman bey, parayı görünce keserlerse bizi ya,
-Korkma bir şey olmaz,dedi
Kemerinden altın kesesini çıkartıp en öndeki erkeğin yanına yaklaştı, Kesedeki üç altını bir elinden öbür eline doğru yukarıdan aşağı aktarmaya başladı.
-Biz sadece sabun ve bir arşın kefen istiyoruz. Çok kalmayacağız. Bebeyi buraya bir yere gömeriz. Müslüman değil misiniz?
Orta yaşlı erkek hemen yumuşadı ve
-Lafı mı olur beyim tabii ki, buyurun , dedi
Hala bağırarak söylenmekte olan kadına dönüp, susması için azarladı.
İki altın karşılığında, bütün dini vecibeleri yerine getirmek suretiyle köyün mezarlığına cenazelerini gömdüler, karınlarını doyurup, köylülerin yatıya kalma ısrarlarını dinlemeden Gözne’ye doğru yola çıktılar.

****

Hüseyin Efendi Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin içindeki politik çekişmelerden ve dedikodulardan daima kendisini uzak tutmasını bilmiştir. Bu yüzden sürekli değişen kadrolara rağmen savaş boyunca İdare Meclisi (Yönetim Kurulu) içindeki mevkiini muhafaza etmiştir. Gösterdiği başarı ve tutarlılık dolayısıyla çevre köylerin asayişinden de sorumlu idi. Bu arada asker kaçakları hainler de fırsattan istifade köy basıyor, yol kesiyor, yağma yapıyor, millete zarar veriyorlardı. Bunlardan birisi de Arslanköy (Efrenk) ormanlarında yuvalanmış olan Asker kaçağı eşkıya Bekir Çavuş idi. Bu Bekir Çavuş’un birkaç köyde karısı olduğu söylenirdi. Kalabalık bir eşkıya çetesi kurmuştu. İşgal başlayınca gölge hükümet Erçel’de kurulmuştu. Hüseyin Efendi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin olağan işleri için bir gün Erçel’de iken, bu Bekir Çavuş’un Erçel’e yakın bir mezrada karısının yanında olduğunu söylediler. Hüseyin Efendi adam gönderdi ,
-” Çağırın gelsin kahvede bekliyorum” dedi.
Biraz sonra Bekir Çavuş on kadar silahlı pusatlı bombalı atlı adamın arasında bir afra tafra ile kahvenin önüne geldi, durdu. Hüseyin Efendi kalktı üzerlerine doğru gitti.
- Hanginiz Bekir Çavuş, diye sordu
- Benim,
Çapraz fişeklik kuşanmış, iki göğsünün üzerinde el bombası, kuşağında iki tabanca , uzun bir hançer ve elinde mavzeri vardı. Kirli sakallı zayıf kuru bir adamdı. Tütünden bıyıkları sararmış başındaki kırmızı külahın etrafını siyah bir kuşakla sarmıştı.
- İn aşşaya
- Ne olacak
- İn dedim sana, diye gürledi Hüseyin Efendi
Atından inen Bekir Çavuş’a sağlı sollu iki tokat çekti.
- Utanmaz şerefsiz hain, ulan millet canını dişine takmış çoluk çocuk kadın, Fransız gavurunu atmak için savaşıyor, sen eşkiyalık yapıyorsun .
Bekir çavuş yere düşmüştü, Bu arada bütün köylü eşkiyaların etrafını sarmış halka olmuşlardı. Çıt çıkmıyordu kimseden. Eşkiyalar korkudan ellerini değil silaha atmak, atlarının yularını çekmek için bile oynatamıyorlardı. Toz içinde yere yuvarlandı Bekir Çavuş.
-Ulan bir daha duyarsam leşini sererim senin, beni bildin mi şerefsiz, kimim ben ?
-Bildim ağam Yanpar’lı Hüseyin Efendi’sin sen.
- Kalk s….. ol git şimdi elimi mundar kanına bulatma benim.
Bekir çavuş tozlu külahını yerden aldı atına doğru sendeleyerek yürüdü ve bindi, dönüp gittiler.
Bundan sonra Bekir Çavuş’u ne gören ne de duyan oldu.

***
19 Nisan 1920 de Esenli, Karapınar ve Cerit Köyü’ndeki çarpışmalardan sonra Fransız Bölüğü Hebilli üzerinden Deliçay vadisini takip ederek şimdiki Demirhisar Köyü yakınlarında olan Yuvanaki Çifliği’nde karargah kumuştu. Yat borusu çaldıktan sonra gece baskını yapılarak düşmana büyük zaiyat verdirildi. Düşman Mersin’e çekildikten sonra 23 Nisan günü çiftlik ele geçirilerek önemli ganimet elde edildi. Bu baskına Yanpar’lı Hüseyin Efendi de bizzat katılmıştır.
Ayrıca Yedek Üsteğmen Osman Muzaffer Koçaşoğlu’nun anılarından Yanparlı Hüseyin Efendinin, Su Bendi Muharebelerine de katıldığını aşağıdaki paragraf ile anlıyoruz.
(Mülazım-ı evvel Osman Muzaffer Efendi’nin anıları .İçel sanat Kulübü yayınları.)
“10.5.1920 ve 13.5.1920
Mersin’in Su Bendi Savaşı
Mersin Grubu’ndan aldığım haberle, Fransızlar’ın Su Bendi’ne bir harekat-ı askeriye yaparak, şehrin suyunu salmak üzere, 10 Mayıs’ta bir keşif harekatı yapmış ise de, kat’i harekatı 13 Mayısta yaptı. Bir gün evvelden hazırlandık. Cephede bir setir hattı(Gizlenmiş birlik) bırakarak, 180 mevcutla akşamdan Buluklu Köyüne geldik. Akşamdan Çavuşlu Köyü sağ ve sol taraflarına ileri karakollar yerleştirdik. Şafakla, Çopurlu güneyindeki Sarıkaya sağcenah, solcenah ise Çavuşlu’nun doğusundaki ve taş ocaklarını tuttuk. Nihayet kuşluk zamanı düşman, büyük bir kuvvetle yürüdü. Bir süvari bölüğü de şimdiki, Osmaniye Mahallesi’nin üstüne çıktı. Milbahçe tarafına döndü. O cephede bulunan Çavuşlu’lu Ömer Çavuş ile Hıdır oğlu Ali Efendi Kumandasındaki benim bir takım ile Şeref Genç’in 17 kişilik kuvveti, Vezir Çavuş’un müfrezesi ve bir makineli tüfek ve daha bazı müfrezeler hep birden ani bir ateş baskını yapıldı. Savaş iki saat kadar devam etmiş ise de düşmanın ise karadan denizden top ateşlerine rağmen, çetelerin kahraman saldırılarına dayanamayarak, büyük zaiyat vererek, ölülerini dahi alamayarak kaçtı. Bu savaşa, rahmetli Müdafa-i Hukuk reisi Hacı İshak ile Müdafa-i Hukuk azası Yanpar’lı Hüseyin efendi’ler de bizzat iştirak ettiler. O bir taraftan, Hıdır oğlu Ali Efendi de Çopurlu’daki takımımızla birlikte harbe katılarak büyük yararlılıklar göstermişlerdi. İşte, memleketin hem ileri gelen eşrafı olmakla beraber, yaşlı başlı ağaları aralarında gören çeteler, kıyasıya saldırıyorlardı. Hep öldüler, ruhları şad olsun”

MUHSİN YANPAR

Yanpar’lı Hüseyin Efendi’yi anlatırken Amcası Ahmet Efendi’nin oğlu Muhsin Yanpar’ı da anlatırsak o zamanlar yaşananları daha iyi kavrayabiliriz.
Hacı Ahmet Efendi, Hacı Murat’ın çocukları içinde en saygı duyulanı, en çok tahsil görmüş ve bilgili bir zattı. Aynı zamanda imamlık ve hocalık da yapardı. Her konuda ona danışılırdı. Ahmet Efendi’ye herkes saygı duyar ve biraz da korkarlardı. İnsanlar hastalarını bile ona getirirdi. O da hurafelere kesinlikle inanmaz, muska büyü gibi şeylerin İslam’da yeri olmadığını anlatmaya çalışırdı. Ama ne fayda, toplum bir kere kökleşmiş adetlerini inanç haline getirmişti. Bir keresinde dul bir kadın sıtmaya yakalanmış çocuğunu Ahmet Efendi’ye getirmişti. Yalvar yakar ona bir muska yazmasını istiyordu. Azar mazar işlemiyordu kadına, nihayet bir kağıt kalem getirdiler, Ahmet Efendi de bir şeyler yazıp verdi kadına. Kadın hemen yazıyı muska şekline getirip, bir çaputa sararak çocuğun boynuna astı ve bin bir dua ederek çocuğunu aldı gitti. Bir hafta sonra köyde ”Ahmet Efendi’nin muskası sıtmayı iyileştirdi “diye laf yayıldı. Kapının önüne hastalar birikmeye başlayınca, Cuma Namazından sonra kadını çağırdı, muskayı istedi. Cemaatin önünde açtı ve birisine okuttu. Muskada “Sıtma bu iti tutma” yazıyordu. Cemaat gülüşmelerle dağıldı. Bir daha da kimse Ahmet Efendi’ye muska için gelmedi.
İşte Muhsin Yanpar bu Hacı Ahmet Efendi’nin, Emin’den sonraki ikinci oğludur. Ahmet Efendi çok uzun yaşamıştır. Çok ileri yaşlarında dahi baba olmuştur. Çocukları, Emin, Muhsin(Eşi İffet Hanım) , Sıdıka Korucu (Eşi, Çopurlu’dan Ali Korucu), Hilmi Yanpar, Mustafa ( Mustfa Hoca, Yanpar olan soyadını ileri yaşlarında “Hacımuratlı“ olak değiştirmiştir), Fatma, Hatice( Hüseyin Efendi’nin oğlu Naci’nin eşi) Kazım, Cemal, Aliye, Nurettin’ dir.

Muhsin çok zeki ve çalışkan bir çocuktu. Babası da Tıp tahsili yapmasını istiyordu. İstanbul’a bir arkadaşının yanına gönderdi. Fakat yaşı küçük diye Tıbbiyeye almadılar. Mühendis mektebi ise kabul etti. İlk yıl sonunda tatil için köye geldi, köylü etrafında toplandı,
-Anlat bakalım ne var yok İstanbul’da,
Heyecanla yaşadıkları ve öğrendiklerini anlatıyordu Muhsin, okumayı çok seviyordu ve belagatı kuvvetli idi, köylü hayranlık ve şaşkınlıkla onu dinliyordu.
- Vay anasını, dün beraber davar güttüğümüz, eşek kovaladığımız Muhsin’e bak neler de anlatıyor yahu, diyordu birisi.
Konu sonunda havalardan, yağmurdan açıldı. O da yağmurun nasıl bulutlardan oluştuğunu, bulutların cinslerini, nemi, havayı, sıcaklığı, gök gürültüsü , şimşek vs. bilimsel bir şekilde anlatmaya başladı. Birisi,
- Yani Allah yağdırmıyor mu rahmeti? diye kızgın bir ifadeyle sordu.
- Yok, dedi Muhsin
- Su buharlaşıyor, bulut oluyor, yeteri kadar nem toplanınca, uygun sıcaklıkla karşılaşınca yağmur olarak yere düşüyor, dedi.
Kıyamet koptu köyde, herkes kaktı gitti yanından, hem de doğruca camiye Hacı Ahmet Efendi’ye şikayet etmeye.
-Kafir olmuş senin oğlan Hacı emmi, dediler. Allah’a bir şey bırakmadı, yağmuru da o yağdırdı, yeli de o estirdi, göğü de gürletti, böyleyken böyle;
Bire bin katarak söylenip dudular. Ahmet Efendi topluluğu sakinleştirdi.
- Ben onu yola getiririm merak etmeyin, dedi.
Ahmet Efendi çok sakin ve bilge bir adamdı ama bu iş başkaydı.
İlk defa komşular onu öfkeyle oğluna bağırırken duydular. Hiç sesini çıkarmadı Muhsin. Cezası kesilmişti
Hemen Mühendis Mektebini bırakıyor, Konya’ya Medrese tahsiline gidiyordu.
Sadece yaşlı anacığı yakınlık gösterdi kendisine, büyük bir hüzün içinde köyden ayrıldı.
Medrese tahsilini başarıyla tamamladıktan sonra, daha yeni çalışmaya başlamıştı ki, kendisini Sina Çölü’nde İsmet (İnönü) Bey’in yaveri olarak buldu. Daha sonra İngiliz’lere esir düştü, Mısır ve Hindistan’da geçen meşakkatli ve uzun esaret yıllarından sonra Mersin’e döndüğünde köye yerleşmek istemedi. Babası ona Mersin’de şimdiki eski mezarlık civarında iki yüz dönüm kadar yer aldı. Burada narenciye yetiştirmeye başladı.
Fransız işgali başladığında Teşkilatı Mahsusa ilk olarak Muhsin Efendi’yle temas kurdu. O da çevrede saygın ve sözü dinlenir eşraftan amcasının oğlu Yanpar’lı Hüseyin Efendi’ye gitti hemen. Çakın çevredeki diğer ağalar ve eşraf ile birlikte Mersin Müdafa-i Hukuk cemiyetine katıldılar. Muhsin Efendi, Puğ Köyünden Yedek Teğmen Mithat Toroğlu ile birlikte Bozkurt Müfrezesini kurmuşlar ve Tarsus-Mersin Gurubundaki hemen hemen bütün savaşlara katılmışlardır.
Kurtuluştan sonra Hüseyin Efendi Tüccardan Mehmet Sabah ile Mersin’de şimdiki fabrikalar (Fasih Kayabalı Cad.)caddesinde çırçır fabrikası kurmuştu, Muhsin Efendi de boşluktan sıkıldığı için ve yardım olsun diye bir müddet bunların fabrikasında katiplik yapmıştı.

Muhsin Efendi , esaret yıllarında iyi derecede İngilizce , Fransızca öğrenmişti ve çok iyi derecede Arapça’yı zaten medresede öğrenmişti.
Çok mütevazi bir kişiliği vardı, esaret yılları ruhunda derin yaralar açmıştı. Nitekim kurtuluş sonrasında milletvekilliği teklifini ret etmiş, kendisini hayır işlerine adamış muhterem bir zattır. Muhsin Efendi’nin çocuğu olmamıştır, Kendisinin ölümünden sonra eşi İffet Hanım ve yeğenleri de hayır işlerini devam ettirmişlerdir. Bu gün , Muhsin Yanpar adına yapılmış iki okul mevcuttur.
Muhsin Efendi ve İffet hanımın evlat edinmiş oldukları ve Tarsus Amerikan Kolejinden mezun olup,tamamen onların imkanları ile tahsil hayatını tamamlayan ve Gazi Üniversitesi İngilizce bölümünübitiren Ahmet ismindeki (babaları Ahmet Efendi'nin ismi) evlatlıkları, duyumlarımıza göre İffet Hanım bunadıktan sonra, ona hiç hak etmediği şekilde kötü davranmak sureti ile tüm ümitlerini boşa çıkartmıştır. Bunun üzerine İffet Hanımın kendi yeğenleri, mahkeme kanalı ile uzun süren uğraşlar sonucu bu kişiyi onun nüfusundan düşürüp, kalan malları vakfa çevirmişlerdir. Bu açılan davayı hakim, önce yeğenlerin malı evlatlıktan alma çabası olarak görmüş. Fakat yeğenler bu mala ihtiyaçları olmadığını eğer İffet hanımı bu çocuktan kurtarabilirlerse kalan tüm malı vakıf yapıp, ihtiyacı olan çocuklara tahsil yaptıracaklarını söyleyip bu şekilde davayı kazanmışlardı. Yani bu okulları yaptıran onların evlatlığı değil, İffet Hanım’ın yeğenleridir.


BAĞLAR SAVAŞI

Fransız işgalinden hemen sonra hemen Mersin’de Müdafa-i Hukuk Heyet’i oluşturulmuştu. Mersin Eski Belediye Reisi Hacı Bey’in başkanlığında oluşturulan heyette, Hızır oğlu Ali, Kara Hadırlı Köyünden Hacı Mehmet, Hilmi Gök, Süleyman Fikri (Mutlu), Yanpar’lı Hüseyin , Mezidli Emin efendi ve Gökcil İsa bulunmaktaydı.
Mersin’in kurtuluşu için yapılan savaşları burada uzun uzun anlatmayacağız. Bunları anlatan ve uzman tarihçiler ile bizzat savaşları yaşayanların kaleminden çıkmış birçok kıymetli kitap mevcuttur. Yanpar’lı Hüseyin Efendi ‘nin yaşadığı yer olan Kürkçü etrafında, Yanpar ve Burhan’da Tozkoparan, Çeliktaş, Bozkurt, Gençler, Demirtaş müfrezeleri bulunuyordu. Müfrezelerin yiyecek, yatacak, giysi, ilaç vs. bütün yaşamsal ihtiyaçları halk tarafından karşılanmaktaydı. Bu malzemelerin toplanıp depolama ve yerine ulaştırma işleri Müdafa-i Hukuk Cemiyeti üyelerinin işiydi. Hüseyin efendi bütün bu ihtiyaçların giderilmesi için çok emek ve para harcadı. Aynı zamanda gündüz külahlı gece silahlı idi. Çete baskınlarının birçoğuna katılmıştır. Gudubes kalesinde ve Ziyaret Tepe’de bulunan karakollara gece baskınlar yapılırken damadı Hasan efendi ile birlikte müfrezelere katıldığını biliyoruz.
Bağlar savaşının Çukurova’nın kurtuluşunda çok önemli bir yeri vardır. Aralık 1918 de başlayan işgal üzerinden neredeyse bir buçuk yıl geçmişti. İşgal sonrasında hemen başlayan Kuvay-i Milliye direnişi hemen hemen olgunlaşmıştı. Müdafa-i Hukuk Heyeti ve komutanlar artık Tarsus Bağları mevkiini kuvvetli bir taarruzla alabileceklerine inanıyorlardı. Burada düşmanın büyük yığınağı ve dört yüzden fazla askeri mevcuttu. Büyük hazırlık yapıldı ve civar köylerden eli silah tutan her kes Tarsus önlerinde mevzilendirildi. 16 ve 17 Temmuz 1920 de sahip oldukları biricik sahra topunun ateş desteği ile taarruz edildi. Ama maalesef hayli kayıp verildi ve taarruz başarılı olamadı. Müdafa-i Hukuk Heyetine dahil olmuş olan Belenkeşlikli Hacı İshak ağa Yanpar’lı Hüseyin Efendi gibi yaşı Kırka dayanmış bir çok köylüden oluşan bütün yedek kuvvetler ile birlikte 18 Temmuz gecesi tekrar taarruz edildi. Yanpar’lı Hüseyin’in yakınında bulunan atmış yaşındaki Hacı İshak Ağa sabaha karşı şehit düştü.

Bağlar Savaşı büyük bir zaferle sonuçlandı. Düşman iki yüz kadar tüfek yedi makineli tüfek, beş otomatik tüfek ve bir çok askeri malzemeyi bırakarak Tarsus’a bozgun şeklinde kaçmıştı. Asıl önemli olan Tarsus’daki büyük düşman birliğinin Adana ve Mersin’le bağlantısı kesilmiş olması ve tam bir kuşatma altına girmiş olmasıdır.


KÜÇÜK ZİYARETTEPE SAVAŞI

Bağlar Savaşı zaferinden bir ay sonra 14 Ağustos gecesi Yanpar’lı Hüseyin Efendi ve adamlarının da katılımıyla Gökbayrak, Alsancak, Kayhan ve Bozkurt müfrezelerine Gudubes kalesinin doğusunda bulunan Ziyaret Tepe’deki düşman karakoluna saldırma emri verildi. Saldırıdan bir hafta önce Gudubes Kalesi ile Ziyaret Tepe arasında düşmandan rahatsız olmayan birkaç çiftçi evini yaktılar.
Alsancak Müfrezesi’nin komutanı Yedek Üsteğmen Osman Muzaffer Koçaşoğlu sıtmadan hastalanmış yatıyordu. Müfrezeye Kuvayi Milliye Mersin Grubu Harp Müşaviri Yedek Üsteğmen Süleyman Fikri Bey’in komuta etmekteydi. -Süleyman Fikri Mutlu Bey , Mersin Eski Belediye Başkanı Kaya Mutlu’nun Babası, Mersin Eski Milletvekili ve Bakan Fikri Sağlar’ın dedesidir.- Hep beraber karakolun çevresine gerilmiş dikenli tellere ulaştılar. Durmadan ateş ediyorlardı ve karşıdan da devamlı olarak ateş ediliyordu. Hemen sonra sağ taraflarında bir top mermisi patladı, gecenin karanlığı bir alev yumağı ile yırtıldı. Üzerine taş toprak ve ağaç parçaları yağdı. Süleyman Fikri Bey yandım diye feryat etmeye başladı. Hüseyin Efendi hemen yanına koştu, Fikri beyin başı kan içindeydi, yüzünün her yerinden kan fışkırıyordu. Ordudan terhis olup Kuvayi Milliye’de olan subaylar bütün müfrezelere ve halka ilk yardımı da zaman zaman öğretiyorlardı ama, bu kez yaralanan müfreze komutanıydı ve yara korkunçtu. Bu yüzden Hüseyin Efendi panikledi.
-Bir şeylerle sıkıca sar da kanamayı durduralım, diye inledi komutan,
Hüseyin Efendi etrafına baktı , herkes kendi derdindeydi. Top mermileri yağmur gibi yağıyor, tüfek mermileri başlarının üzerinden vızır vızır ıslık çalarak geçiyordu. Bir kayanın arkasına çekti yaralıyı. Şalvarını soydu ve arkasından uzun paçalı donunu çıkardı, şalvarı tekrar giymeye uğraşmadan donu uzunlamasına yırtarak sıkıca Fikri Bey’in başının her yerini, burnu ve ağzında birer delik bırakarak sardı. Sonra şalvarını giydi. Biraz sonra kanama durmuştu ama, sargı kan içindeydi. Yarım saat sonra top ateşi kesildi. Hemen iki adamını çağırdı.
-Hemen Fikri beyi Kürkçü’ye bizim eve götürün, bizim hanıma teslim edin ve geri dönün, dedi
Adamlar Süleyman Fikri Bey’i üç kilometre kadar uzaklıktaki köye ulaştırdıklarında baygın vaziyetteydi. Fadime yarayı temizledi, ilaçladı ama maalesef gözünün birisini kaybetmişti Fikri Bey. Biraz dinlendikten sonra üç kadın ve üç çocuktan oluşan bir kafile ile uysal bir ata ve bir katıra sedye bağlanarak Gözne’ye hastaneye götürdüler. Komuta karargahı ve hastane bir süredir Gözne’de idi. Gözne yolu şimdiki gibi rahat bir şose değildi elbet. Kürkçü, Uzunkuyu, Kesikköprü, Kara eşek yokuşu, Hebilli, Esenli, Karapınar ,Musalı, Darısekisi ve Korum yoluyla derenin içinden at arabası yoluyla ulaşılıyordu.

Bağlar ve Ziyaretepe savaşları ile Gudubes Kalesine yapılan sayısız baskına Yanpar’dan Şıh Ahmet(Öztunç), Cargıt Ali, Kerim Çavuş, Kerim Hüseyin ve Alibağ Hamit(Bayer) ve büyüklerin bizlere aktarmayı unuttukları bir çok kahraman katılmıştır. Cargıt Ali’nin ve Kerim Çavuş’un Kerim Hüseyin ile birlikte bir çok kahramanlıklar yaptıkları bilinir. Adı üstünde Osmanlı Ordusunda Çavuşluk yapmış olan Kerim bir çok cephede çarpışmış biri idi. Müfrezenin de çavuşu idi ve son derece şakacı ölümü ciddiye almayan bir yapısı vardı. Tren yolunu patlatmaya gittiklerinde üzerlerine kurşunlar gelince ,Abacı Abdurrahman’la birlikte eğlenmek için kurşunlara sopa sallamalarına diğer mücahitler gülüşmekte iken, Abdurrahman bacağından iki kurşun yemişti. Şıh Ahmet’in yaşı küçük olmasına rağmen büyükleri aratmayacak kadar savaştığı anlatılmıştır.
Yanpar’lı Hüseyin Efendi’nin. İstikal Madalyası bendedir. Kalpağı ve dürbününü çok kullandık maalesef yıprandı, taşınmalar ve ayrılıklarda yok oldu gittiler. Tabancası torunu Faik’te, Kılıcının da kızı Hatice’de olması gerek.

“Tekrar ifade etmekte yarar var. Burada “Bağlar Savaşı ve Küçük ziyaret tepe savaşı” gibi müthiş gerilla muharebelerini bir iki paragrafta anlatma iddiasında değiliz. Böyle bir şey ne uzmanlık alanımızdır ne de haddimizdir. Bu savaşın ve bütün Çukurova’nın milli mücadele tarihinin ayrıntılarını anlatan bir çok belgesel, kitap internet sitesi mevcuttur ve mutlaka okunması gerekir.”
Biz bu eseri hazırlarken, büyüklerimizden duyduklarımızın yanı sıra, “ Kurtuluş Savaşında Kahraman Çukurovalılar- İsmail Ferahim Şalvuz –1938” ; “ Mülazım-ı Evvel Osman Muzaffer Efendi’nin Anıları. Dr. Kemal Çelik. İçel Sanat Kulübü Yayınları”; Kurtuluş Savaşında İçel – Kurtuluş Savaşında İçel tarihini Yazma Komitesi” gibi kitaplardan faydalandık.


YUVANAKİ (MISIRLI) ÇİFTLİĞİ

Savaş sırasında Ermeni ve Rumlar Fransız ordusundan daha da zalimce tutumlar sergilediler. Fransızların çekilmesiyle birlikte işbirlikçi Ermeni ve Rumlar da Çukurova’yı terk ettiler. Bunların arazi ve mülklerinin satılması için hükümet tarafından bir komisyon kuruldu. İhale ile satılan bu değerli arazi ve mülkler halkın eline geçmedi tabii ki. Parası olanlar ihaleden oldukça hesaplı fiyatlarla arazi edindiler.
Hüseyin Efendi’nin kurtuluş savaşı sırasında Osman Muzaffer müfrezesi ile birlikte baskın yaptıkları Demirhisar’daki Rum Yuvanaki ailesine ait olan çiftlik Mısırlı bir ailenin eline geçtiğinden Mısırlı Çiftliği diye anılmaktaydı. İlerleyen yıllarda bu aile dağıldı. Ankara’dan bir avukat, çiftliği Kürkçü, Demirhisar ve Karacailyas Köylülerine onar dönüm, kırkar dönüm gibi küçük parçalar halinde kiraya vermişti. Zaman içinde köylüler kirayı ödeyemediler. Ailenin borçları yüzünden çiftlik üzerinde birçok haciz vardı. Üç bin dönüme yakın arazisi olan çiftliğin tamamı köylüler tarafından işgal edilmişti. Nihayet icrada satışa çıkarılan çiftliğe, hem içindeki işgalcileri çıkarmanın zorluğu nedeniyle hem de devlete olan borcu nedeniyle talip çıkmıyordu.
Hüseyin Efendi o sıralarda işleri iyi olan eniştesi Hasan Efendi’nin(Karamehmet) aklına girerek ihaleden çiftliği almasını sağladı. Kendisinin parası olmadığı için alamıyordu. Hasan Efendi gönülsüzce ihaleye girdi ve çiftliği aldı. Tabii ki korkulan oldu, hem devlete olan borç sanılandan fazla çıkmıştı hem de köylüler işgal ettikleri yerleri boşaltmıyorlardı. Men-i müdahale ve tahliye davaları çok uzun yıllar sürdü. Hasan Efendi bütün sorumluluğu kayınbabasına yıkmıştı. Yani madem bu belayı o sarmıştı başlarına, öyleyse o temizleyecekti. Hüseyin Efendi’de mahcup olduğu için sesini çıkaramıyor var gücüyle uğraşıyor ve hayli de masraf ediyordu. Hatta masraf yüzünden hafif bir küskünlük bile yaşanmaktaydı. Karşı taraf yani işgalci köylülerin davasını Şinasi Develi isminde genç ve parlak bir Avukat üstlenmişti. Kök söktürüyordu. Şinasi Develi daha sonraları Mersin hakkında kitap yazmıştır. Bu olayların etkisi ile olsa gerek Hüseyin Efendi’den diğer kahraman köylülerden kitabında hiç bahsetmemiştir. İhaleden çiftlik alındıktan sonra on yıl araziye giremediler. Yani ihale 1948 de yapıldı , tahliye davaları Karamehmet’lerin lehine 1958 de sonuçlandı. Davanın uzun sürmesinin nedeni Karacailyas köylülerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıktan dolayı uzlaşmaya yanaşmamaları idi. Köyden Beş altı güçlü adam işgal edilen yerin tamamına sahip olmak niyetinde idiler.
Bu süre zarfında 1950-51 de Bulgaristan ile mübadele olmuş ve Kürkçü’ye Göçmenler iskan edilmişti. Bir ara toprak reformu kapsamında burasının göçmenlere verilmesi Meclis’in gündemine geldi. Hüseyin Efendi’nin Avukatları Kemal İçgören ve Azmi Varan’dı Daha sonraları Süleyman Kurtuluş (Kazanlı Kasabasından) da avukatlar arasına katılacaktı. Avukatları onlarca kez defalar uçakla Ankara’ya taşıdığı söylenir. Ankara’da rüşvet dahil çok büyük masraflar yapıldı.
Nihayet tahliye kararı kesinleşti. Bin beş yüz dönümünü yani yarısını ancak kurtarabildiler. Karacailyas köylüleri hiç toprakları yokken bin beş yüz dönüm verimli arazinin sahibi oldular. Kalanı da diğer köylülere kaldı. Bir günde onlarca demir tekerlekli ve paletli Caterpillar Demirhisar, Kürkçü ve Karacailyas köylülerinin işgal ederek tesis etmiş oldukları bahçe ve takımlarını söktü, tarlaların tamamı sürüldü. Nihayet uzun bir mücadele sona ermişti.
Hüseyin Efendi damadına haber gönderdi,
-Çok masraf edildi bir hesaplaşalım, diye
Hasan Efendi oğlu Reşat ile yanıt verdi.
-Yahu dedeciğim kızına bir çiftlik almışsın çok mu yani.
Hüseyin Efendi bir daha da hiç lafını açmadı bu konunun, kırgınlık ta yapmadı. Aile arasında çok konuşulan bu mevzunun aslı budur.
Oğlu Naci işin peşini bırakmadı, inatçı ve hırslı bir kişiliği vardı zaten. Hasan Efendi ondan çekinirdi biraz. 1970 de ısrarlarına dayanamadı,
-Tamam hesaplaşalım , diyerek kabul etti, ama Naci kızını ziyarete için gittiği Almanya dönüşü Nisan 19701 de ölünce defter kapandı.
Reşat Karamehmet’in hayatı ayrı bir yazının konusu olmalı. Bekar yaşadı ve Karacailyas köyü hemzemin geçidinde, atmış beş yaşlarında bir şafak vakti, otomatik vitesli otomobili ile çiftliğe giderken trenin altına girerek hayatını kaybetti. Otomobilin tam hemzemin geçitte stop ettiği söylenir.



ATİYE’NİN ÖLÜMÜ

Hüseyin Efendi’nin kızı Atiye ‘ye özel bir sevgisi vardı. Çok güzel bir kızdı. Aynı zamanda küçük yaştan beri çiftliği de çekip çevirir, yorgunluk nedir bilmezdi. Belki de Sıttıka ile Emine evlendikten sonraki yetişkin ilk kız çocuğu olduğu için ayrı bir sevgisi vardı Atiye’ye. Derken bir gün kısmeti çıktı. Mersin’in Softalar Köyünden ve Müdafai Hukuk Cemiyetinden silah arkadaşı Hilmi Gök (Prof.Dr. Tamer Gök’ün dedesi) için istediler. Hilmi Bey yaşça epey büyüktü Atiye’den ama geleneklere göre “kız istenirken mal yetişirken” verilmeliydi. Güzel bir düğün yaptılar. Atiye’nin çeyizi dillere destan oldu. O zamanlar Levantenlerde bile olmayan mobilyalar getirildi İstanbul’dan. Atiye’nin kuşağını bağlarken koskoca Hüseyin Efendi’nin hıçkırıklara boğularak ağladığı söylenir. Zaman çabuk geçti . Atiye’nin hamile olduğu haber geldi, daha bir mutlu oldular. Fakat kader bu mutluluğa daha fazla müsaade etmeyecekti. Doğumda anneyi ve bebeğini kaybettiler. Dünyaları yıkılmıştı, haftalarca kendine gelemedi bütün aile. Artık para, pul, mal, mülk ,mevkii hiçbir şeyin önemi kalmamıştı.
Bir yıl kadar sonra, Hilmi Gök akrabaları aracılığıyla haber gönderdi. Rahmetli Atiye’nin yerine Hatice ile evlenmek istiyordu. Hem Hatice hem Hüseyin Efendi çok sert tepki gösterdiler bu yakışıksız talebe. Hilmi Gök de mahcup olmuştu ama olmuştu bir kere. Atiye’nin çeyizini olduğu gibi geri gönderdi. Tekrar evleneceğini, Atiye’nin hatırasının yoyulup yok olmasını istemediğini, en münasibinin geri göndermek olduğunu belirtti. Her kes makul karşıladı bu talebi. Çeyiz Hatice ve Nezihe evlenirken kullanıldı.
Hüseyin Efendi bunadığında iki kelime kullanırdı sürekli. Biricisi, herkese Atiye diye hitap ederdi. İkincisi ise “Dahilek” . Bu, Arapçada güzel niyetle ifade edilen, “ ne olursun, rica ederim ,haydi ” anlamında bir kelimedir.

HATİCE’NİN SÖZLÜSÜNÜN VURULMASI

Yanpar Köyü’nden Habbili Hüseyin çok zeki ve çalışkan bir çocuktu. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesini iyi dereceyle Coğrafya öğretmeni olarak bitirmişti. Köyde bu kadar okuyan hiç olmamıştı uzun zamandan beri. Doğubeyazıt’a tayini çıkınca gitmemişti. Babasının tarlalarını ekip biçiyor, narenciye yetiştiriyordu. Sosyal yönü kuvvetli ve atak bir solcu idi. Yanpar’lılar onu köye muhtar yaptılar. Köyün zenginlerinden para toplayarak ve imece usulü ile Deliçay’a bir bent yaptırıp, biriken suyu ark açtırarak Kızılalan’daki arazilerin sulanmasını hedeflemişti. Köy halkını ikna etti . Fakat bir sorun vardı. Zenginler işin bir kooperatif yapılanması ile gerçekleştirilmesini, parayı verenin ortak olmasını ve sadece ortakların sudan yararlanmasını istiyorlardı. Muhtar Habbili Hüseyin ise kesinlikle böyle bir işe karşı çıkıyor, bütün arazilerin suyu eşit kullanmaları gerektiğini, parası olamayanın da imece ile yapıya iştirak etmelerini istiyordu. Kahvede hemen her gün bu iş konuşuluyor, Muhtar, köyün zenginlerinin hakkında atıp tutuyordu. Yanpar’lı Hüseyin Efendi’nin büyük oğlu Tevfik çok içerliyordu muhtarın toprak sahiplerine atıp tutmalarına.
Fakat açıkça da tavır almıyordu. Halbuki köyde her konuda sözü geçen kabadayı bir delikanlı idi. Hatta Habbili Hüseyin’e” işine gücüne sahip olmasını, biraz kendini düşünmesini, köylünün nankör olduğunu, yarın bir gün yaptıklarının kıymetini kimsenin takdir etmeyeceğini “ söylüyordu.
Habbili’lerin evinde ise Hüseyin’in anasıyla babası Tevfik’in kızkardeşi Hatice’yi istemeyi planlamaktaydılar. Hatta Yanpar’lı Hüseyin Efendi’nin kızını bu parlak zeki gence vermek için haber gönderdiği de söylenir.
Köyden bazıları Habbili Hüseyin’e
- Atıyorsun tutuyorsun ağalar hakkında da Tevfik’ten korkmuyor musun , sana hiçbir şey demiyor mu? diye sordular.
O da boş bulundu,
-Eniştesi olacağım o yüzden bana bir şey diyemez. , dedi.
Lafı hemen değiştirerek Tevfik’e yetiştirdiler. Emmisinin oğlu Hilmi ve bazı akranları,
- Bacısını bana vermek için beni destekliyor, bana sesini çıkaramaz artık, o iş bitti diyor, tahsilli enişten olacak elini öpersin artık,
diye o tarihlerde hayli utanç verici ve tahrik edici bir şekilde lafı aktardılar.
Çok bozuldu ve gururu incindi Tevfik’in. Halbuki hiç haberi yoktu kız isteme olayından. Habbili Hüseyin’e sempati duyduğu için su bendi işinde karşı çıkmamış karşına dikilmemişti sadece.

Tam bu arada muhtar Habbili Hüseyin’in ailesi Kürkçü’ye gidip Allah’ın emri ile Hatice’yi istediler. Tevfik sinirden köpürüyordu. Köyde dedikodu durmuyordu. Hatice Mersin’de Tarla Mektebinde (şimdiki Salim Güven İlkokulu) ilk okulu dört sene okumuş, kültürlü, şen şakrak, sesi güzel, resim yapmaya meraklı son derece modern bir kızdı. Söz kesildi, nişan takılacaktı. Tevfik, babası ile konuşma cesaretini gösteremediği için sık sık Kürkçü’ye geliyor Annesine bağırıp çağırıyordu. Kızlar dışında hiçbir çocuğu yani oğullar babalarıyla konuşamazlar, cevap veremezlerdi, sadece Yanpar’lı emir verir onlar da yerine getirirdi.
- Babama söyle, bu iş olmayacak, bu söz bozulacak, diye haykırıyordu, Tevfik.
Anne Fadime ise
-Ne bileyim aslan oğlum ben nasıl söyleyeyim. Eniştene (Hasan efendi) söyle belki onu dinler, diyerek başından savuyordu.
Yanpar köyü kahvesinde ise Tevfik akranları tarafından alay konusu olmuştu.
-Ulan hem adam malınızı mülkünüzü fakirlere dağıtmak gerek diyor, hem kızınızı alıyor,
diye dalgalarını geçiyorlardı.
Nişan olacağı günün sabahında Tevfik, Yanpar’daki evin arka penceresinde tüfeğini temizlemekte iken Habbili Hüseyin, İrfan öğretmen ile yoldan yukarı doğru geçmekte idi. Bir an dönüp eve baktı , Tevfik ile göz göze geldiler, Tevfik sunturlu bir küfür savurdu. Hüseyin’in verdiği cevabı dinlemeden tüfeği doğrultup,
- Çekil İrfan ! diye haykırarak , tetiğe asıldı.
Hüseyin’i kalçasından vurdu. Hüseyin kanlar içinde debelenirken köylü bir anda başına üşüştü. Hemen alıp yakın bir eve götürüp yarasını sardılar. Tevfik pencereden kalabalığa bağırdı.
-Ben dağa çıkıyorum, dağılın buradan, ortalıkta birini görürsem kafasına sıkarım.
Atına atladığı gibi Puğ tarafına doğru gözden kayboldu. Oğulları Fevzi ile Fuat Kızılalan mevkiindeki tarlada çift sürüyorlardı. Faik Kürkçü’de dedesinin yanında yaşıyordu. Aysel küçüktü. Adamın biri tarladaki çocuklara haber verdi.
-Babanız adam vurdu, köye gitmeseniz iyi olur, ortalık karışık,
Çocuklar şaşırıp kaldılar ama hemen toparladılar,
-Öküzleri bırakıp ikisi bir ata binerek hızla köye, ağlaşmakta olan analarının yanına vardılar.
İkindin olmadan Jandarmalar evin etrafını sardılar. Meryem geline tekme tokat saldırıyordu başçavuş.
-Söyle kadın, kocan nereye kaçtı,
Zavallı Meryem gelinin nutku tutulmuştu. Hıçkırarak ağlıyordu sadece. Aysel anasının kucağına gitmek ona sarılmak isteyince bir tekme ile savurdu başçavuş Aysel’i. Anasına yaklaşan Fuat ve Fevzi de birer tekme yediler. Meryem’in amcası aynı zamanda komşuları Abacı Abdurrahman (Kuvayi Milliyeci) araya girip Meryem’i ve çocukları başçavuşun elinden aldı. Hepsini toplayıp köy odasına götürdüler, Sorgu, ifade orada devam etti. Çocuklar hem kendi dayılarından, köyün ileri gelenlerinden, Tevfik’in dayılarından yani Hacı Halil Yusuf, Kahya Mehmet, Küçük Bey (Beğ) gibi güçlü insanlardan.o anda destek ve koruma beklediler ama nafile. Herkes evine çekildi. Kimse ortalıkta görünmedi. Neyse ki Jandarma Meryem’in ifadesini alıp bıraktı, birkaç gün köyden ayrılmadılar, gece arada bir gelip evi kontrol ettiler.
Tevfik ise birkaç gün dağda bayırda dolaştıktan sonra Esenli Köyündeki asker arkadaşı sınıkçı Nizam Muhhamed’e sığındı. Nizam Muhammet, Halil Yanpar’ın kızı Şehbal’in (ablam) ileride kayınbabası olacaktır. Nizam Muhammet Karapınar’daki tarlalardan birinde harman bekleyen adamlarından birini Tevfik’i saklaması için görevlendirdi. Bir hafta sonra Yanpar’a gizliden haber uçurdu.
- Babanız emin ellerde merak etmeyin,
Tevfik’in Nizam Muhammed’e sığındığı haberi Hüseyin Efendi’ye ulaştı. Avukatı ile bir plan yaptı hemen.
- Gel teslim ol, iyi bir savunma hazırladık, çok ceza almayacaksın, zaten Habbili de şikayetçi olmayacak, diye Tevfik’e haber gönderdiler.
On altı gün sonra Tevfik teslim oldu. Savcı, firar ettiği için işin peşini bırakmadı. Toplam 26 ay süren duruşma sonunda dört yıl ceza aldı, son iki senesini Soma cezaevinde çektikten sonra oradan tahliye oldu.

Vurma olayının hemen ardından nişan bozuldu tabii ki. Yanpar’lı Hüseyin Efendi çok para döktü oğlu hapiste rahat etsin diye.
Hatice’ye daha sonra Fikri Mutlu’nun tavsiyesi üzerine Arpaçsakarlar’dan yeğeni Fevzi Özay talip oldu. Fevzi Bey Lise mezunu olup Merkez Bankasında memurdu. 1932 de evlendiler. Üç kızları oldu. Fatma, Fitnat, Feyza. Hatice Yanpar Özay, Mersin’in ünlü ressamlarındandı , birçok kişisel ve karma sergide resimlerini sergiledi. Bir çok dernekte aileyi temsil etti. Babasının kahramanlıklarını toplantılarda ve anma günlerinde anlattı. Ölünceye kadar “Yanpar’lı Hatice Hanım” namı ile anıldı. 2003 yılında 80 yaşında bunama hastalığına yakalanmış olarak öldü.

İBRAHİM’İN ÖLÜMÜ

Haciali’den iki yaş küçük oğlu İbrahim’in okuyacağından umutluydu. Çok zeki fakat hiperaktif bir çocuktu. Tarsus’ta ortaokulu bitirince Konya Lisesine yazdırdı. Mersin’in tanınmış ailelerinden Sabah’ların bir oğlu ile birlikte idiler. Hüseyin Eendi okula yüklüce bir bağış yapmıştı. Müdür ile arada sırada telefonla konuşurdu. Fakat ikinci sene kötü haber onu bir karakışta Mersin’de fabrikada iken yakaladı. Okul Müdürü İbrahim’i hastaneye kaldırdıklarını hemen gelse iyi olacağını söyledi. Derhal Konya’ya gitti. Vardığında ise cenazeyi gömmüşlerdi. Ani kalp krizi dediler. Polis ve hastane raporları aynısını söylüyordu.


FAİK’İN YANINA GELMESİ

Tevfik ile 1925 doğumlu büyük oğlu Faik (Fayık Ağa diye anılırdı) ergenlik çağına girince geçinmez oldular. Faik dayanamayıp Kürkçü’ye dedesinin yanına kaçtı. Dede Hüseyin Efendi birkaç kez geri götürüp babasına teslim etse de aynı kavgalar sürünce Faik artık temelli dedesinin yanında kalmaya başladı. Yanpar’lı Hüseyin Efendi’nin hem oğlu hem de kahyası gibi çalıştı. Kürkçü’de Faik’e ev yapıldı, orada Bekirde’den dedesinin silah arkadaşı Ahmet Ağa’nın kızı Atiye ile evlendi.

ÇİFTLİK

Sekiz dönüm arazinin içinden Combat ve Göçmen Mahallelerine giden yol geçmektedir. Üç buçuk dönümlük bölümün Bir buçuk dönüm kadarı ahırlar, depolar, mutfak, sundurma, fırın ve iki katlı ev ile çevrilmişti ve büyükçe bir avlusu vardı. İkisi birden açılan üç metrelik büyük bir kapıdan girilirdi. Yolun güneyindeki diğer parçada da aynı düzen kurulmuştu. Orada önce oğlu Halil daha sonra da Faik oturdu. Aslında köy içindeki arazilerinin toplamı zamanla otuz beş dönümü bulmuştu, fakat bir kısmı yola gitmişti ve bir kısmını da okula bağışlamıştı.
Fadime, kızları ve evdeci kadınlar sabah ezanı ile kalkar hiçbir zaman yirmiden otuzdan aşağı düşmeyen ırgat ve tutmalar için yemek ve ekmek hazırlarlardı. Pamuk tarlalarında ot dövüleceği ve kütlü (pamuk) toplanacağı zamanlarda bu sayı çok daha fazla olurdu ve bu insanların tamamına üç öğün yemek verilirdi. Ayrıca İnekler sağılır ve sürüye katılırdı. Kapalı ekonomi devri yaşandığı için, giyim eşyaları ve çuvallar ve çullar dahil bütün ihtiyaç maddeleri kadınlar tarafından imal edilmekteydi. Sadece tuz , şeker dışarıdan alınırdı. 1950 lerden sonra margarin ve çiğit yağı da dışarıdan alınmaya başlandı. Bütün bu işler için gereken enerji sadece çalı ve odun ateşi yakılarak elde edilirdi. Aydınlanma önceleri kandil ile daha sonraları ise gaz lambası ve pompalı lüks lambaları ile yapılırdı. Her gün hareniler, kazanlar ve kap kacaklar dereden getirilen su ile yıkanır ve kazanların dışı külden yapılan çamur ile sıvanırdı. Çamaşır ise küllü sularda kaynatılırdı. Ayrıca çurfalıkta ve çul dokuma tezgahında dokunacak çarşaf, elbiselik ve çul, çuval, kilim hazır beklerdi. Birde bunların ipliklerinin kirmende eğrilmesi, sarılması, boyanması, tezgahlara yerleştirilmesi var tabii. Hasatta bulgur, döğme, tarhana hazırlanması, pekmez yapılması, küncülerin kurutulup dövülmesi gibi sayamadığım onlarca iş hepsi kadınların göreviydi. Yani yağmur fırtına dahil hiçbir gün bir kadının yatıp dinlendiği vaki olamazdı. Belki doğumdan sonra bir hafta filan yatabilirdi. Yoksa kadınlar ancak mezarda rahat edebilirlerdi. Yani kadın olmak çok zordu o devirlerde. Bununla birlikte Allah ne verdiyse çocuk da yapılırdı. Gaz ocağının ilk defa gelişinde yaşanan sevinci anlattılar da, yine de odun yakmak kadar zordu. Fakat Likidgaz markası ile bütan gazlı ocakların verdiği sevinci çok iyi hatırlıyorum.
Köye elektrik, çeşme suyu ve asfalt yol 1972 den sonra gelmiştir. Bu tarihe kadar içme suyu kuyulardan çıkrıkla çekilmiştir.
Ahırlardaki öküzlerin yerini zamanla tarım makineleri ve traktörler aldı.
Çiftçilik hiçbir zaman para kazandırmadığı için hiç bol miktarda nakit parası olamadı Hüseyin Efendi’nin. Kütlü hasadı sürekli olarak Tarsus’a damat Hasan Efendi’nin çır çır fabrikasına dökülürdü ve hiç hesap tutulmazdı. Hesabı Hasan Efendi bilirdi. Önemli herhangi bir masraf yapılacağı zaman ödeme ona yaptırılırdı. Bunadıktan sonra da bu düzen devam etti. Öldüğünde seksen bin lira kadar parası çıktı. Büyük nakit miras bekleyen çocukların hepsi hayal kırıklığına uğradılar.

DİĞER ÇOCUKLARI

Tevfik, Atiye, Sıttıka, Emine ve Hatice’yi Yukarıda anlattık. Tevfik Adana’da Sultani ‘ye gitti, bitirmeden döndü geldi. Naci’yi de okula göndermek istemişti. Ama maalesef hem şartlar elvermedi hem de çocukların okumaya pek hevesleri yoktu. Onlara yeteri kadar tarla verdi. Geçimlerinde her hangi bir problem olmasına da izin vermedi hiçbir zaman. Naci’ye Kızılalan’da yüz dönüm tarla verdi geçimi için. Naci de tarlanın tam ortasına bir parça narenciye bahçesi dikti. Birkaç sene sonra , “Bahçe diktim çok masraf ettim, arazinin ortasında kaldı” diyerek babasından tarlanın tapusunu istedi, epey bir tartışma çıktı. Hatta bir seferinde Kürkçü’deki evin ikinci katında merdivenin başında Naci tabancayı doğrultup tehdit etmeye başladı. Hüseyin Efendi hiç tereddütsüz önüne gerildi.” Vur bakalım el aleme seyir çıksın “ dedi. Naci tabancayı ardıç direğe ateşledi, sonra koşarak aşağı indi ve hemen Yanpar’a kaçtı. Olayın üstünü örttüler. Bu olaylardan bir yıl kadar sonra Naci bunalıma girerek bir müddet tedavi gördü, Bunalıma girmesinin asıl sebebinin gönül meseleleri olduğunu söyleyenler de vardır. Hovarda bir delikanlıydı. Birkaç sevgilisi vardı. Kızlarının birisi imam nikahlı eşindendir. Sonunda Hasan Efendi araya girerek baba oğlu barıştırdı. Naci tapuyu aldı, kavga gürültü bitti. Naci’nin ticarete ve para kazanmaya kabiliyeti vardı, kardeşlerinin içinde babasından kalan malı çoğaltan tek örnektir.

Hüseyin Efendi çiftçilikten hiç huzur bulamadığı ve para kazanamadığı için Naci’den sonraki çocuklarının hepsini okutmak için çok uğraştı, elinden geleni yaptı. Haciali ve Halil’in şehirde yaşaması için çok uğraştı ama Halil sonunda 1950 de yine köye döndü.
Hacıali Adana Lisesinde bir süre okudu, sonra biraz ara verip Konya lisesine geçti. Ağa ve gazi çocuğu olmanın verdiği ağırlık ve hava bütün çocuklarını etkilemiştir. Hacıali Konya Lisesinde leyli (yatılı) okurken çok sevdiği arkadaşlarından biri Konya’lılarla Çukurova’lıların birbirine girdiği kalabalık bir kavgada birisini bıçakladı. Fakir bir çocuktu. İdareciler suçluyu bulup okuldan atmaya kararlıydılar. Tam bu çocuk suçunu kabul edecek iken bizimkisi ortaya çıktı,
-Ben vurdum ,dedi.
Hemen okuldan attılar Hacıali’yi, Mersin’e döndü. Askerlik dönüşü Çukurova Dokuma Fabrikasında çalışmaya başladı Baş veznedarlığa kadar yükseldi. Servisteki arkadaşlarına o kadar güveniyordu ki, uzun süre hesaplara ve cetvellere bakmadan imza atıyor, keyfine bakıyordu. Büyük bir vezne yolsuzluğu ortaya çıktı ve bütün suçu Hacıali’nin üstüne yıktılar. Tabii ki ayrılmak zorunda kaldı. Bu olayı kaldıramadı, çok ağırına gitti. Üzerine atılmak istenen suç Hüseyin Efendi’nin oğlu için çok ağırdı. Arkadaş canlısı, dürüst, herkese güvenen ve yardımsever ama ehli keyf biri olmanın cezasını çekmişti. Haciali de diğer ağabeyleri gibi bunalıma girdi. Psikolojik tedavi gördü. Hüseyin Efendi hayli tazminat ödemek zorunda kaldı fabrikaya. Bereket fabrikaya Şadi Bey’in çocukları kadar Karamehmetler de ortaktılar da, adli soruşturmaya gerek kalmadı.
Haciali son zamanlarında Liman İşletmesinde memurdu. Orada da işe gitmeden maaş almanın yolunu bulmuştu. Kendisinin yapması gereken bir iş olursa yapsın diye maaşının dörtte birini Yeni Mahalleden bir genç çocuğa verirdi, zaten doğru dürüst yapılacak bir iş de yoktu dairede. Bütün kardeşleri gibi amansız bir sigara tiryakisiydi. Murat ve Fatma(Suat) adında iki çocuğu oldu. Hiç sevmeyeni yoktu, sohbet adamıydı. Elinde avucunda ne varsa etrafındaki muhtaçlara dağıttığı söylenir. Babasının ölümünden kısa bir süre sonra elli yaşında akciğer kanserine yenik düştü.
***
Halil önce Tarsus orta okuluna gitti. Sonra babası onu büyük umutlarla İstanbul’a Hayriye Lisesine leyli (yatılı) gönderdi. Hayriye Lisesi zamanın özel kolejlerinden biriydi. Anadolu’nun varlıklı aile çocuklarının devam ettiği paralı bir okuldu. Hem leyli hem de meccani (yatısız) öğrenciler okuyordu. Rıfat Ilgaz’ın Meşhur “Hababam Sınıfı” romanını bu okulda geçen olaylardan esinlenerek yazdığını anlatmıştı babam Halil Yanpar. Okul ve yatakhane şimdiki İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bulunduğu yerde ahşaptan inşa edilmiş dört katlı bir yapıydı. Edremit’li bir grup mezun olamayacaklarını anlayınca okulu evraklar kaybolsun diye yaktılar. Yıl sonuna bir ay kaldığından ve evraklar yandığından Maarif Müdürlüğü öğrencilerin beyanını doğru kabul ederek, hepsini İstanbul Erkek Lisesine gönderdi. İstanbul Erkek Lisesi Fransızca tedrisat yapmaktaydı ama bizimkileri hiç okula yanaştırmadan mezun edip diploma verdiler. Halil’i askere gitmezden önce 1943 de amcası Murat’ın kızı Hatice ile evlendirdiler. Gelin, Fadime Hala’nın Mersin’deki evinden bir taksiye bindirildi. Yağmur yolları o kadar bozmuştu ki, taksinin asfalttan Kürkçü’ye girmesi imkansızlaşmıştı. Gelin alayı mecburen Yakaköy’e gitti, gelini orada tanıdıklardan temin ettikleri bir ata bindirdiler. Halil’in yeğeni genç Fuat atın başını köye kadar çekti. Maceralı bir yolculukla Kürkçü’ye vardılar. Çiftlikte daha önceki gelinlerin de kaldığı odayı onlara verdiler. Evin aile efradının kaldığı ikinci katında (L) şeklinde büyük bir sofa ve birisi mutfak olarak kullanılan toplam üç oda bulunurdu. Odanın birinde gelin damat kalırdı. Diğerleri de mutfağa ve aşağıdaki bir odaya tıkışıyorlardı. Halil’den önce Haciali ve Tarsus’tan gelin gelen Peyman aynı odada kalmışlar sonradan iş bulununca Mersin’e taşınmışlardı. Koca ağanın evi bu kadardı. Hiçbir zaman harcanacak büyük nakit para olmadığından büyükçe ve sağlam bir ev yaptıramadılar.

Halil, Tuzla Piyade okulundan sonra 1944 de İkinci Cihan Harbi şartlarında Kars Arpaçay Rus sınırında asteğmen ve teğmen olarak üç yıl askerlik yaptı. Babasının torpil yaparak daha iyi ve yakın bir yere tayin ettirme teklifini şiddetle reddetti. Karısını yanına aldırdı. Büyük kızı Şehbal orada doğdu. İlk Çocuklarına Kars yöresinde kullanılan Acem isimlerini vermiştir. Şehbal, Altuğ, Şehnaz gibi. Kars Merkez’de Alay karargahında görev yaparken lojmanı ve emir eri vardı. Ama subayların bir çete kurarak, köylülerin tek yakacağı olan tezekleri çalarak tekrar onlara sattığını tespit edip generaline şikayet edince kendisini Arpaçay sınır karakolunda buldu. Çünkü şikayeti çetenin başına yapmıştı. Karısını ve bebeği sınır karakoluna götürmesi mümkün olmadığından çaresiz trenle geri Mersin’e yolladı. Rus sınırındaki karakoldan sağ kurtulduğuna bir türlü inanamazdı.
Askerlik dönüşü çiftçiliğe başladı ve o da ağabeyleri gibi babası ile anlaşmazlığa düştü. Türkiye’nin ekonomisi o kadar kötü idi ki, bütün aile üç bin dönüm pamuk ekiyorlar, üçyüz ton kütlü elde ediyorlar fakat yüz ton bile çiğit satamıyorlardı. O zamanlarda pamuk üreticisi çırçır fabrikasına kütlüyü teslim eder , isterse kilo başına çekme parasını verir çiğidini ve pamuğunu alır giderdi. Ya da pamuğu çırçır fabrikasına satar çiğidi mecbur alır giderdi. Çiğit de öküz ve inek yemi olarak kullanılırdı. Çiftlikte eylül ekim ayından sonra çiğit yığınlarından geçilmezdi. Pamuk da genelde Levantenlere ya da iplikçilere altı ay ile bir sene arasında değişen vadelerle satılırdı. Çiğit ise ancak Hasan Karamehemet ve oğlu Reşat Karamehmet 1966-67 de Çiğitten pamuk yağı üreten Karam Yağ Fabrikasını kurunca para etmeye başladı.
İşte bu işin hiç bitmediği fakat paranın hiç kazanılamadığı, çok tarlanın çok huzur getirmediği günlerden bir gün Halil bağıra çağıra komşu Fakılı Dudu’nun ahırına girdi. Bir sessizlik çöktü. Yeğeni Fuat durumdan şüphelendi, peşinden ahıra daldığında Halil kendini tavana asmıştı . Hemen kör bıçağını çıkarıp ipi zorla kesti, Ufak tefek olan Halil’i kucağında sarsmaya başldı. Neyse ki nefes almaya başlamıştı. Halil uzun süre hasta yattı. Aile bu konuyu kapattı, uzun süre hiç bu mevzuu açılmadı ama Halil de alkolün pençesine düştü.
Şükranla andığımız Fakılı Dudu nene hemen herkesin ebesidir. Ufak tefek çıkık işlerini sarar bazı kocakarı ilaçları yapardı. Kürkçü’de çiftliğin bitişiğindeki evde çocukları ile birlikte otururdu. Kocası Çanakkale’de şehit düşmüştür.
Daha sonra Halil Mersin’e yerleşecek ve Ramazan Taşkın’ın çır çır fabrikasında katiplik yapacaktı. Buradan da ayrılıp Kömür ticareti v.s gibi bir sürü işe girip çıkacak başarısız olunca da Kürkçü’ye geri dönecek ve ıstıraplı günler başlayacaktı. Babasının verdiği bir miktar tarlayı ekip biçemeye çalışacaktı. Ne bünyesi ne sıhhati ne de tecrübesi çiftçilik için elverişli değildi. Eline kazma aldığı görülmemişti. Çocukları da küçüktü. Ama karısı Hatice hem yedi çocuğu arka arkaya doğuracak hem de çifti çubuğu halledecek kadar yetenekli ve cevvaldı. Halil her sabah düzenli olarak sabah altı postasıyla-zaten tek posta vardı- Mersin’e Kuvayi Milliye Mücahitleri lokaline gider, orada vakit geçirir, ikindin saat dörtte köye dönerdi. Talimatları akşamdan verir ertesi akşam yapılan işleri sarhoş vaziyette dinlerdi. Sürekli olarak içtiğinden yaşadığı aile ortamında hiçbir zaman huzur olmadı. Dışarıda ise hoş sohbet, neşeli, bilgili sevilen birisiydi. Karısıyla olan kültür farkı her iki tarafı da mutlu edemedi. Bu huzursuzluk çocuklarına da yansıdı, onların da büyük bir çoğunluğu tahsil hayatlarını huzursuzluk ve imkansızlık nedeniyle tamamlayamadılar. Bir süre köyün postasını çalıştırdı. Posta, Kamyonun arkasının bir tavanla kapatılıp, kalın on kadar latanın yanlamasına dizilmesiyle yaratılmış kamyon otobüs karışımı bir araçtı. Kamyonun çatısının üstüne, yani damına köylüler, süt ve sebze, yumurta ve tavuklarını koyup pazara indirirlerdi. Aşağıda da Yanpar ve Kürkçü köyünün yolcuları otururdu. Ehliyeti olmadığından ve almaya da niyeti olmadığından Halil uzun süre kendi kamyonunda muavinlik yaptı. İnsan taşıma işini daha sonra kamyonu satınca eski bir otobüs alarak da devam ettirdi. 1957 den sonra Faik ile birlikte Babasının arazilerini beraber ekmeye başladılar. İşler bir ara iyi gitti. Çok sigaradan sıhhati bozulmaya başlamıştı. İçkiyi bıraktı. Göçmen mahallesi ile Combat Mahallesi arasında kalan on beş dönümlük mera satılığa çıkınca, orayı satın aldı. İki, katlı güzel bir ev yaptırdı. Daha sonraları sulama kanalı geldiğinde buraya narenciye bahçesi dikti. Uzun yıllar bu bahçe içindeki evde oturdu. Oğlu Hüseyin ve Cantürk burada doğdu. Hüseyin’i iki yaşında iken kaybettiler.
Faik ile ortak pamuk ekiyorlardı, bir gün köylülerin laf taşıması nedeniyle sarhoş iken ırgatların içinde tartıştı. Bıçağını çekti. Irgatlar ayırdılar, ama uzun süre mahkemelik oldular. Sonunda dava düştü, bunlar da ayrı tarlaları ekerek işleri yürüttüler.
Şehbal, Altuğ ve Fatma’yı köy düğünü ile Şehnaz’ı ise liseyi bitirip bankada çalıştığı sırada şehir düğünü ile evlendirdi. 1971 de Mersin’e yerleşmeye karar verdi, babasından kalan bütün arazileri satarak çocuklarına birer apartman dairesi satın aldı. Kalan nakit ile huzur içinde yaşamayı planlıyordu. 1982 de beş yıl süren astım krizleri sonucunda kalp yetmezliğinden 62 yaşında hayata veda etti.
***
Hüseyin Efendi’nin en küçük kızı Nezihe ilk mektebi bitirdi. Çelebili Köyünden Recep Hoca’nın Ziraat Teknisyeni olan oğlu Mehmet Akın ile evlendirildi. Çok gösterişli bir düğün yapıldı. Güreş kuruldu. Şimdiki Kürkçü Köyü Göçmen mahallesinin olduğu merada cirit müsabakası bile yapıldı. O günlerden sonra gelenekler ve yaşam biçimi değişti ve bir daha yakın çevrede hiçbir düğünde cirit oynanmadı.
Nezihe gençliğinden buyana gösterişi sevmeyen, mert ve uzlaştırıcı bir yapıya sahipti, bir çok muhtaç öğrenciye burs vermiş ve desteklemiştir. Bir çok muhtaç aileye de önemli yardımlar yapmıştır ve bu yardımları her zaman için gizlice gerçekleştirmiştir. Babasının anısına Göçmen Mahallesinin Camisini ve minaresini yaptırmıştır. Nezihe 1960 lı yıllardan itibaren hemen hemen tüm Avrupa' yı gezdi. Amerika ve Arap ülkelerine seyahatler yaptı, ayrıca okumaya çok meraklı idi . Yeni nesillerle örnek olacak şekilde bir Cumhuriyet kadını olarak yaşadı. Şu anda Hüseyin Efendi’nin hayattaki tek çocuğudur.

KARISI FADİME’NİN ÖLÜMÜ

Fadime son olarak 1927 de Nezihe’yi doğurduğunda Elli iki yaşındaydı.13 doğum yaptığı rivayet edilir. 3 Mart 1946 da kalp yetmezliğinden öldü. Mezarı Kürkçü’de eşinin yanındadır.
Fadime Hanım kalp hastası olduğu için geceleri hiç uyuyamaz ve bu uyanık olduğu zamanları da işyaparak, gündüze hazırlık yaparak değerlendirirdi. Fakat hastalığı ilerledikçe günlük hayatını da etkiler oldu. Uykusuzluktan o kadar muzdaripti ki kocasına, “Ağa Karaduvar’da bir hoca varmış okur, üflerse beni uyutabileceğini söylüyor komşular, Mehmet(Çenesiz Mehmet) arabayı sürsün , Nezihe ile bir gidelim “ dedi. (Çiftlikte ana yola inmek için evdeki kadınların bindiği tek bir eşeğin çektiği küçük bir tahta araba vardı) Hüseyin Efendi hacıya, hocaya, üfürükçüye inanmayan son derece realist bir insandı ama eşi çok hasta olduğu için, onu kırmayıp kabul etti ve Karaduvar’a gittiler. Adam okuyup üfledi ve o anki huşu ile Fadime Hanım aylar sonra 3 saat deliksiz uyudu. Fakat eve dönünce tekrar şikayetleri başladı. Bu defa da etraftan Adana'da şu anda Ayas Koleji olarak kullanılan fakat o yıllarda hastane olan büyük bahçeli bir binada, Hans isminde ecnebi bir doktorun çalıştığını ve kalp hastalıklarına baktığını söylediler. Fadime Hanım o kadar hasta idi ki, ancak döşekle yatar vaziyette Adana' ya götürebildiler. Nezihe evin en küçük kızı olduğu için böyle yerlere giderken annesine o refakat ederdi. Halk tarafından Doktor Has’ın hastanesi denilen hastanenin bahçesinde beklerken Nezihe diğer hastaların konuşmalarına kulak misafiri oldu. Eğer içeri girip muayene olan hasta iyileşemeyecekse doktor çıkarken parayı geri veriyor dediklerini işitti. Bizimkilerin sıraları geldi, doktor sıkı bir muayeneden geçirdi Fadime’yi. Yanlarında giden Mehmet efendi hastayı kucaklayarak, dışarı çıkarttı, tam Nezihe de çıkacakken doktor , "kızım paranızı geri alın" dedi. Nezihe annesine hiçbir şey anlatmadı, üzüntüden kahrolmuştu, trene binip geri döndüler.


Yanpar’lı Hüseyin Efendi karısını kaybettikten iki sene sonra Hac’a gitti. Tekrar evlenmeyi çok düşündü, birkaç sefer de yeltendi ama Yanpar soyunun çoğu kadınları gibi kendi kızları da bu anlayışı ona göstermediler. Kesinlikle izin vermediler.
Mezar taşı çok ilginçtir. Baş tarafındaki taşa oyma yazı ile sadece “ 3/3/946 FADİME” yazılmıştır. Öldüğü tarihte toplumun kadına bakışı düşünüldüğünde yine de modern bir mezar taşı sayılabilir. Çünkü o tarihte ne kadının ne erkeğin ismi mezar taşına yazılmıyordu. Hüseyin Efendi’nin mezar taşında ise “ H.İBRAHİM OĞLU HÜSEYİN YANPAR D.1878- Ö.20/071963 RUHUNA FATİHA” ibaresi yazılıdır.

BUNAMASI VE ÖLÜMÜ

İkinci Dünya Savaşı boyunca Hac yolculuğu yasaklanmıştı. 1948 de Hac serbest bırakılınca, Muhsin Efendi ve onun babası Hacı Ahmet Efendi ile birlikte Hac’a gitti. Gidişi ve dönüşü çok zahmetli bir şekilde altı ay sürdü. Dönüşte kolera salgını yüzünden gemileri İzmir Limanına çekildi uzun süre karantinada kaldılar.
Bunamanın ilk belirtileri 1957 yılında görülmüştür. Kızı Hatice’nin ve Fevzi Özay’ın satın aldıkları evde oturan kiracı, onlar yaylada oldukları için kirayı, Hüseyin Efendi’ye ödemişti. Ama o almadığını söyledi. Bereket şahitler vardı da skandal önlendi. Beslemeleri Nurten ve kocası Sadık iki sene kadar baktılar. Çok yüksek maaş verildi. Valinin maaşı dört yüz lira iken Nurten’e altı yüz lira aylık ödedi çocukları. Tabii ki bu fazla sürmedi, son yıllarında oğlu Halil babasının evine taşındı. Her bunama hastası gibi Hüseyin Efendi’nin bakımı da zordu ama, güçlü kuvvetli olduğu için altını değiştirirken ve banyo esnasında çok sıkıntı yaratmıştır . Gelini ve yeğeni Hatice ile torunu Şehbal’in büyük emekleri geçmiştir. Kendilerine şükran duymaktayım.
Bu satırların yazarı Yanpar’lı Hüseyin Efendi’yi son yıllarında elinden tutup gezdirme şerefine nail olmuştur. 20 Temmuz 1963 de Kendi evinde kendi döşeğinde öldü. Cenazesi çok kalabalık bir topluluk tarafından uğurlandı, Kürkçü Köyü tarihinde böyle kalabalık görülmemiştir. Devlet erkanının katıldığı resmi cenaze töreni yapıldı. Silah arkadaşları Kuvayi Milliyeci kıyafetleri ve silahlarıyla mezarı başında nöbet tuttular.
Ruhu şad olsun.


Murat YANPAR
Yeminli Mali Müşavir
Eylül-2008